Bu aralar ekranlarımızda çok sık rastladığımız kamera şakaları
hakkında bir mektup yollamış.
İlginç görüşler içeren bu mektubu, yerim az olduğu için kısaltarak,
siz okurlarımla paylaşıyorum:
"...Bugün bazı televizyonların programlarını ve izleyici simsarlarının
çığırtkanlık yaptıkları yayınları gördükçe vah zavallı Türkiye'm,
seni ve insanımızı Tanrı korusun demekten başka bir şey elden
gelmiyor. Ama bazılarının bir şeyler yapması gerektiğini de burada
belirtmeden geçemeyeceğim.
Sahi bir düzenleyici kurum vardı galiba değil mi? O da bizim gibi
ellerini açmış Tanrıdan yardım mı diliyor? Vah ki vah...Belki de bu
düzenleyici kurumumuz kişilerin haklarını yargı yoluyla aramalarını
istiyor olabilir. Bu yüzden hiç mi hiç sesini çıkarmıyor...
Televizyon yayınlarında; gülüp geçtiğimiz ama çoğumuzun içini
sızlattığına inandığım kamera şakalarının, çoğunlukla güldürmediğini
zaman,zaman onur kırdığını ve kişileri rencide ettiğini
düşünüyorum...
Bizim televizyonlarımızda yayınlanan kamera şakalarında olay
(Batıdaki örneklerine göre) ikinci plândadır. Temel unsur
insanın kendisidir; kişi alaya alınmakta, hatta aşağılanmaktadır.
İnsanları en hassas oldukları noktalarından yakalayıp, onlarla
eğlenmek yayıncılık ahlakıyla bağdaştırılamaz. Bu tür yayınların
insanların ruh sağlığı üzerinde olumsuz etkiler bırakacağını
unutmamak gerekir. Bir bilim adamının dediği gibi 'şakanın ve
gülmecenin tek amacı, insanlarda neşe, ümit ve sevinç gibi olumlu
duygular yaratmaktır.' Oysa bizim tespitlerimizde şaka yapılan
kişinin toplum önünde küçük düşürüldüğünü zavallı ve güçsüz bir
duruma itildiğini görmekteyiz. Buna kimsenin hakkı yoktur...
Şaka belirli bir düzeyde ve sınırda kalmalı, yayını ise kişinin
iznine bağlı olmalıdır. Programda bireyi birey olmaktan çıkarmak onu
eşya gibi görmek kişilik hak ve özgürlüklerine bir saldırı olarak
düşünülmelidir...
Yayıncı olanların bilmesi gereken en önemli , olmazsa olmaz
kuralların başında program hizmetlerinin; sunuş ve içerik bakımından
insan onuruna ve temel insan haklarına saygılı olmasıdır. Kaldı ki,
yayıncının sorumluluğunu düzenleyen yasal kuralların yanında etik
kurallar da göz ardı edilmektedir. Bu neden böyle oluyor derseniz,
cevabı basit. Ucuzluk para ediyor dersem kimse kızmasın. Özellikle
'bir kısım medya' bu konuda gerçekten başı çekiyor...
Dünyada en çok televizyon izleyen ülkelerin başında bizim insanımız
geliyor. Günde 240 dakika televizyonunun karşısında oturuyor.
İstismara, yönlendirilmeye o kadar açık ki. Bir de okuma oranının bu
kadar düşük olduğunu hesaba katarsanız ne demek istediğimi daha iyi
anlarsınız...
Ne yazık ki, ülkemizde, sanıyorum dünyada eşi görülmeyen bir
uygulamayla, her isteyen yayıncı olabiliyor. Zanaat sahibi olanların
bile bağlı oldukları birlikler, odalar, v.s. var. Buraların izni
alınmadan öyle önüne gelen işyeri açamıyor. Peki radyo televizyon
yayıncılığında durum böyle mi?...
Bir anonim şirketiniz varsa, pay oranınız da yüzde elliyi
geçmiyorsa birden fazla radyo ve televizyona da sahip olabilirsiniz.
Demem o ki, her önüne gelen, her parayı bastıran bu alanda
olmamalı. Bu alanı ticari rekabet , haksız kazanç ve siyasal baskı
aracı olmaktan uzak tutmalı.Yayıncılık herkesin saygı duyması gereken
onurlu bir meslektir. Ya da öyle olmalıdır."
Latif Okul'un bu düşüncelerine katılmamak olanaksız.
Gizli Kamera şakaları üzerinden giderek, ciddi bir özeleştiri
yapıyor Okul.
Eğitim sisteminin ve aile denetiminin çok zayıfladığı, hatta
çöktüğü günümüz Türkiyesi'nde, televizyonun önemi gittikçe artmakta
ama bireye toplumsal ve kültürel değerleri aktarma işlevi de gittikçe
yozlaşmaktadır.
Toplumumuzun kurtuluşu siyaset ve medya sektörlerindeki reformlara
bağlıdır diye yıllardır nefes tüketiyorum.
Okul'un mektubu da bu yönde ciddi bir katkı.