Makaleler
Articles in English
|
Sayın Berna Çetin ile yapılan ve Kariyer.net internet sitesinde
yayınlanan röportaj
İnsan sevgisiyle
dolu bir
bilim adamı: Emre Kongar
İnsanları çok seviyor Prof. Emre
Kongar. Belki de sevdiklerinin yaşamını iyileştirmek için, toplumu
inceliyor. Hatalı gördüğü yanlarını da derslerinde, kitaplarında ve
medyada, tatlı bir sohbet içinde anlatıyor. Kendine has üslubuyla o,
Türkiye'nin en renkli simalarından biri.
Halen Cumhuriyet gazetesinde köşe
yazılarını ve üniversite hocalığını sürdüren Emre Kongar, insanları,
özellikle de gençleri çok seviyor; bireysel ve toplumsal mutluluğa
ulaşmak içinse bir formül sunuyor: "sana nasıl davranılmasını
istiyorsan sen de diğerlerine öyle davran"... Kalem, tahta kutu ve
baston koleksiyonlarının süslediği Ulus'taki ofisinde görüştüğümüz
Kongar, her şeyi tane tane anlatıyor, arada durup "Nasıl, herkes
anlayabilir değil mi?" diye soruyor. Mevcut durumumuzu ise şöyle
özetliyor: "İnsanlar asla bedellerini ödemeden, en yüksek gelirleri
ve statüleri istiyorlar. Asla okumasın ve çalışmasın ama bir beyin
cerrahının sahip olduğu statüye, saygınlığa ve paraya sahip olsun."
Gazeteci, yazar, öğretim görevlisi, toplumbilimci Prof. Emre
Kongar'la çocukluğunu, Türkiye'de ezilen kadını, medyanın
hayatımızdaki yerini ve Türkiye'de kariyerin ne olduğunu
konuştuk. Felsefe
öğretmeni anne-baba, edebiyat dünyasının büyük figürleri, edebiyatla
iç içe bir aile, çocukluğunuzun önemli ögelerinden. Biraz bahseder
misiniz çocukluğunuzdan? Çok mutlu
bir çocukluk geçirdim. Kapalıçarşı'nın karşısında bir kapı vardır;
oradan girildiğinde tam bizim eve çıkar. Kışları orada otururduk.
Yazları da Vahdettin'in Köşkü'ne giderdik Çengelköy'e. Dolayısıyla
kışları kentin, yazları da doğanın içindeydim. Şişli Terakki
Lisesi'ne yatılı olarak gittim. Çok iyi bir çevrede yetiştim. Onun
için kent yaşamını çok severim. Ulus'ta, Beyoğlu'nda, kent yaşamının
içinde olmalıyım. Babamın annemin çevresi o zaman çeşitli insanlarla
doluydu ama bu durumun benim mutluluğuma çok fazla katkısı olduğunu
söylemek olanaksız. Şimdi şimdi fark ediyorum şanslı olduğumu.
Mutluluğumun bir başka kaynağı vardır; o da aile içindeki uyum. Bizim
aile çok ilginçti. Annem inançlı, iyi bir müslümandı. Tabii başını
falan örtmezdi, o zaman böyle saçmalıklar yoktu. Babam da ateistti
ama sonradan. Evde ateist bir baba ve müslüman bir anne vardı. Ama
hiçbir zaman bir problem olmadı. Ne din-iman, ideoloji, siyaset
konularında ne de aile konusunda... Yani çok uyumlu bir evlilikleri
vardı. Bu mutlu hava, beni ve abimi olumlu olarak etkiliyordu. Sevgi
dolu ama çok da disiplinli bir aileydi. Kitaplarımda bilimsel olarak
çocuk yetiştirme konusunda ailelere önerdiğim bilgiler bizim ailede
mevcuttu. Az kural vardı ama kurallar hiç değişmezdi. Yalan söylemek
olmaz, yemekler yenecek, dersler çalışılacak, öğlen uykusu uyunacak
vs... Çok hissedilen bir sevgi. Sorunlar konuşulurdu yemekte. Hem
aile sorunları, hem edebiyat... Şimdiki evimde yemek masasının
yanında ansiklopediler durur. Bizim evde de öyleydi. Mutlaka bir şey
konuşulurdu; bir kelimenin telaffuzu, bir sözcüğün kaynağı...
Yemekler çok önemliydi. Ancak bu muhteşem çocukluk dönemi büyük bir
trajediyle noktalandı. 1956'da ben 15 yaşındayken, abim dağdan düşüp
öldü. O olay beni çok çok sarstı. Çünkü abimdi benim model aldığım
insan. 6 yaş fark vardı aramızda. Teknik üniversite mimarlık son
sınıftaydı. Bütün sporları -kürek, boks, eskrim, yüzme, dağcılık-
lisanslı yapardı. Şiir yazardı, yakışıklıydı... Onun ölümü beni çok
etkilemiştir. Çok mutlu bir çocukluk, arkasından hiç ölmez sandığım,
çok üstün nitelikli abimin ölümü; bana anne-babamın da aşıladığı
müthiş bir insan sevgisi ve çok büyük bir hoşgörü getirdi. İnsanları
çok severim ve çok bağışlayıcımdır. Özellikle gençlere ve kadınlara
karşı. Neden
özellikle gençler ve kadınlar? Çünkü
gençler ve kadınlar Türkiye'de her alanda eziliyor. Siyasal yozlaşma
bu ezilmenin önüne geçmek yerine bu ezilmeyi, dini siyasete alet
edenler aracılığıyla meşrulaştırıyor ve süreklileştiriyor. Türban
sorunu, kadının evde oturması... Bir devlet bakanı çıkıp da "Ne güzel
istihdam daralıyor, kadınlar işten çıkartılıyor, şimdi evde
oturacaklar." diyebilir mi? Olabilir mi böyle bir şey? Medya da
siyaset de bunu destekliyor. Orada birkaç yanlış bir arada. Nedir kadının ezilmesine
neden olan yanlışlar? Birinci
yanlış, Türkiye'nin hala feodal değerlerden kurtulamamış olması.
Tabii bütün toplumlar, Amerika dahil, feodal dönemden geçtikleri için
bütün toplumların toplumsal bilinçaltlarında, erkek egemenliği zaten
vardır. Kadını ezen ya da baskı yapan bir ayrımcılık vardır bugün
Amerika'da yapılan araştırmalarda. Türkiye endüstrileşmeye çok geç
başladı. Tam tamamlayamadığı için, erkek ve yaşlı egemen feodal
toplumun kıskacında. Gelişmiş ülkeler de bu kıskacın altında. Bu
noktada başka faktörler işin içine giriyor. Bir tanesi siyaset.
Türkiye'de kırsal yapı tam değişmediği için dini ve milli değerlerin
istismarı işe yarıyor. Bir siyasi parti devamlı olarak "din, iman,
Allah, Kuran, ezan, bayrak" deyip kadının örtünmesini sağlıyor.
Mümkünse evde tutuyor, değilse de ikinci sınıf vatandaşın simgesi
olan türbanla dışarı salıyor. Ve ona ikinci sınıf vatandaş muamelesi
yapıyor. Örtünmenin nedenine baktığımızda; cinsel açıdan çekici
olmasın, saptırıcı olmasın, dikkati çekmesin, tahrik etmesin diye
olduğunu görüyoruz. Ben gayet normal bir erkeğim ama her gördüğüm
kadına cinsel bir obje olarak bakmıyorum. Feodal niteliklerimizin üstüne binen ve birbirini
destekleyen nedenlerin ikincisi, bu niteliklerin dini istismar eden
partiler tarafından kullanılması. Üçüncü olaysa, Türkiye'deki
istihdam sorunu. Çalışan kadınların başarılı olmaları erkekler
açısından bir rekabet doğuruyor ve bu nedenle derhal erkekler arası
bir dayanışma oluşuyor. Argo deyimiyle "erkek geyiği", kadınları
küçümseyen, onları cinsel obje olarak esprilere konu eden bir yapı
çıkıyor. Erkek egemenliğinin dayanışması kimi zaman çok açık kimi
zaman kapalı. Açık olanlar söylüyorlar zaten, "yarın hamile
kalacaksın, bırakıp gideceksin ben seninle uğraşamam" gibi... Kimisi
de kapalı, bunu söylemiyor, ama karşısına gelen her kadına bundan
nasıl yararlanabilirim diye cinsel obje olarak bakıyor. Dördüncü ve en vahimi ise Türkiye'de kadınlara en
büyük ihaneti bizzat kadınlar yapıyor. Birisi anneler... maalesef
anneler, erkek ve yaşlı egemen kültürün taşıyıcıları. Aile içinde
erkeği öne çıkaran, kadını bastıran değerleri anne aktarıyor. "Aman
kızım gülme, konuşma, adın çıkar, evde kalırsın, o erkektir yapar,
baban duymasın" aile içinde görülen konuşmalar... Bunlar erkek egemen
kültürün dışavurumları. Türkiye'de aileler kızları da erkekleri de
kadının ikinci sınıf yerine göre yetiştiriyorlar. Bir başka ihanet
daha var. İmanlı kadınlarımız, bu türban olayını, feodalitenin kadını
ikinci sınıf bir yere koyması olayını, Türkiye'nin gerçeği olarak
kabul ediyor ve bu olayı kurumlaştıran sistemle entegre eden bir vaka
olarak bize sunuyor. Yani "türban modernleşmenin aracıdır" gibi bir
söylem, kadının ikinci sınıf vatandaşlığını mevcut demokratik sistem
içine eklemleme çabasının bir ürünüdür ve bence kadınlara yapılan en
büyük haksızlıktan biridir. Bunlar maalesef felsefeci, sosyolog
kimliğiyle, iman sahibi kadın araştırmacılar tarafından yapılıyor ve
Türkiye'nin gerçeği adına bunlar sunuluyor. Oysa çok basit bir soru
sorduğumuz zaman bunların çok saçma olduğu ortaya çıkıyor:
"insanların köle olma özgürlükleri var mıdır?" Birisi "ben özgür
insan olmak istemiyorum" diyorsa böyle bir seçim yapabilir mi?
Yapamaz. Kadının tercihi adına ikinci sınıf vatandaşlığı ve bunun
simgesel donanımlarını savunmak kadınlara yakışmaz. Beşinci faktör medya, bunların üstüne geliyor. Zaten
medyanın arayıp da bulamadığı ortam. Toplumda bir çelişki var,
cinsellik var, kadının kullanılması var ve medya, popüler kültür
üzerinden para kazanma çabası içinde, bütün bu söylediğim yozlaşma ve
yanlışları büyütüyor, yaygınlaştırıyor ve toplumun etkileşim içindeki
kurumlarıyla iyice pekiştiriyor. Altıncı faktör değil ama bir öge
olarak örgün eğitimi de aslında işin içine katabiliriz. Okullarda da
maalesef eşitlikçi, özgürlükçü, çağdaş bir eğitim yapılamıyor. Hele
imam Hatip liselerinde hiç yapılamıyor. Size bir bulgu söyleyeyim:
Milli Eğitim Bakanlığı'nın resmi verilerine göre geçen yıl 1 milyon
çocuk, Kuran kursuna gitmiş. Ben dinin karşısında değilim, dinini
öğrensin tabi. Ama Kuran kursu demek, anlamadığı dilde bir kutsal
kitabın ezberlenmesi demek ve bunu ilkokul çocuğuna veriyor. Daha
beyinleri tazeyken onları ezberciliğe, dogmatizme şartlıyor. Kadının
örtünmesi falan feodal bir değerdir, din bunun üstüne gelmiştir.
Çünkü feodalite kaba kuvvete dayalıdır. Barış zamanı toprağı
süreceksiniz, savaş zamanı toprağı koruyacaksınız. Feodalite tarıma
dayalı bir sistem, ondan önce göçebelikte kadın ve erkek eşit. Tek
tanrılı dinler, tarım devriminden sonra geliyor. Neden Mısır'a
geliyor Hz. Musa? Çünkü Mısır ilk yerleşimdir. Şu sıralar yaptığınız
çalışmalarınızdan bahseder misiniz? Yıldız Teknik Üniversitesi'nde haftada 9 saat dersim
var, Türkiye'nin toplumsal yapısı, sosyoloji gibi dersler veriyorum.
Cumhuriyet'te köşe yazarlığı yapıyorum. Haftada iki yazı yazıyorum.
Birisi Pazartesi günleri siyaset yazıyorum, "aydınlanma" köşesinde.
Bir de Perşembe günleri "medya notu" köşesinde medyaya ilişkin
yazılar yazıyorum. Ayrıca Cumhuriyet gazetesinin Yayın Kurulu
Danışmanlığı'nı yapıyorum. Gazetenin her gün değerlendirilmesi ve
yönlendirilmesi. Bu arada bir roman daha var, onu yazıyorum. Hiciv
yazılarıma başladım tekrar. Bu arada bir takım televizyon programları
geliyor zaman zaman. Geçen yıl NTV'de bir program yaptık. TRT'ye 20.
yüzyılı irdeleyen bir program yaptım, hem yazdım hem sundum. Kariyeri nasıl
tanımlarsınız? Türkiye'de çok farklı
isimlerde yorumlanıyor ama kariyerin çok basit bir tanımı var:
uzmanlık. Herhangi bir alanda... Bir marangozun da kariyeri olabilir.
Yaşamın herhangi bir alanında ciddi bir uzmanlık sahibiyseniz kariyer
sahibisinizdir. Bizde kariyer genelde ücretli, maaşlı bir iş sahibi
olarak adlandırılır, yanlış tabii. Öğrencilerimizde görüyoruz, her
mezun müdür olacağını sanıyor ama müdür olmak insana bir kariyer
vermez. İyi bir kariyer isteyerek yapılır. Türkiye'de olmayan bir şey
daha var. Örgün eğitimin ilk yıllarında çocukların ilgi alanlarına ve
becerilerine göre çocukların yönlendirilmeleri gerekiyor. Bizde
kariyer bir tür karmaşa içinde, Türkiye'de insanların kariyerlerini
belirleyen en önemli kurum, üniversite seçme sınavları. Bu bir
felaket, bu sınav kariyeri falan değerlendirmiyor. Neyi
değerlendirdiği de ayrıca çok tartışmalı. Zekayı değerlendiriyor mu,
bilgiyi değerlendiriyor mu? Çok süphem var. Sadece çocukların test
çözme yeteneklerini değerlendiriyor. Onlar da dershaneler
aracılığıyla verildiği için ezberci bir yaklaşımla soruları
çözüyorlar. Sonuçta öğrenciler bir yere kapak atıyor. Nereye kapak
atıyor, o da çok tartışmalı. Kendi istekleri, becerileri
doğrultusunda mı meslek seçiyor yoksa puanının yettiği bir yeri mi
seçiyor? Onun için Türkiye, kariyer açısından hem başarısız hem de
mutsuz insanların ülkesi. Tabii şirketlerin
İnsan Kaynakları bölümleri de bu konuda çok fazla bir şey yapamıyor.
Çünkü onlar da kurum amaçlarını gerçekleştirmek için ellerindeki
malzemeleri değerlendirmek durumunda. Toplumdaki malzeme bilinçsiz ve
isteksiz geliştiği için maalesef böyle bir sorun var. Başka bir sorun
daha var: çok yetenekliler, çok nitelikliler yurt dışına kaçıyor.
Küreselleşmenin sonucu olarak, ABD sahip olduğu yüksek gelir düzeyi
ve yaşam standardı nedeniyle dünyanın bütün ülkelerinden iyi
beyinlileri alıyor. Geri dönmek duygusu da artık kalmadı. Bu duygu
iyi bir şey aslında, o da az gelişmişlikten, milliyetçilikten
kaynaklanıyor. O da feoadal toplumun bir değeri. Feodalite her zaman
kötü bir şey değil. Türkiye'nin sorunu o zaten: hızlı kentleşme
feodal değerleri yok etti, ama yerine kentsel değerleri koyamadı.
Ortak yaşam, başkasına saygı, kurallara saygı, zamana değer verme
gibi değerler, feodal değerlerin yerine gelemedi. Dolayısıyla
kentlerimiz köyleşti. İnsanlarımız kentlileşmedi, köylü insanlarımız
kentlere geldi ve kentleri köylüleştirdi. Türkiye tam bir değer
kargaşası içinde, bu tabii kariyeri de doğrudan etkiliyor. 1970'li
yıllarda gecekondu araştırmalarında, ailelere çocuklarının hangi
mesleği seçmelerini istediklerini sorduğumuzda, genellikle doktorluk,
mühendislik, avukatlık gibi meslekler ön plana çıkardı. Şimdi sanat
ve spor ön plana çıkıyor. Tabii orada kastedilen şey, kısa yoldan
köşeyi dönmek. Futbolcu olacak, transfer parası alacak ya da sanatçı
adı altında manken, şarkıcı ya da televizyonda bir şey olacak,
oralardan çalışmadan bol para alacak. İnsanlar asla bedellerini
ödemeden, en yüksek gelirleri ve statüleri istiyorlar. Asla okumasın
ve çalışmasın ama bir beyin cerrahının sahip olduğu statüye,
saygınlığa ve paraya sahip olsun! Bir yazınızda "Türkiye'nin en etkili, en önemli
markası dünya çapında bizzat Türkiye Cumhuriyeti'dir. Türkiye'nin
gerek kendi halkını gerekse dünyayı etkileyen ikinci en önemli ve
evrensel markası Mustafa Kemal Atatürk'tür." diyorsunuz. Marka ve
markalaşma terimlerini sıklıkla duyduğumuz şu sıralar, neden böyle
bir çıkarıma vardınız? Çok basit bir
nedeni var. Hem Türkiye Cumhuriyeti, hem de onu gerçekleştiren
Mustafa Kemal Atatürk'ün dünyada başka örneği yok. Endüstriyel bir
dünyada tarım toplumu olarak kalmış, bu nedenle çökmüş, savaşa
girmiş, yenilmiş, işgal edilmiş bir imparatorluktan, bir bağımsızlık
savaşı kazanıp sonra bu topraklar üzerinde endüstriyel bir toplumu
hedefleyen bir cumhuriyet kurmuş ve bunu bütün eksiklikleriyle kör
topal yürüten başka bir örnek yok. Emperyalizme karşı bağımsızlığını
kazanmış ülkeler var ama onların, demokratik bir cumhuriyet olarak
endüstriyel topluma doğru geliştiğini görmüyoruz. Genellikle orada
modeller, diktatöryel modeller oluyor. Marksist, dini ya da ailesel
diktatörlükler ortaya çıkıyor. O açıdan Türkiye Cumhuriyeti, 20.
yüzyılın en büyük mucizesidir. Endüstrileşme süreci olmadan, tamamen
devrimlerle, çağdaş uygarlık düzeyine erişebileceğini gösteren tek
ülkedir. Osmanlı İmparatorluğu'nun öbür ülkelerine bakın, Kuzey
Afrika'dan başlayın Tunus'a, Fas'a, Cezayir'e; Arabistan'a gidin
Irak'a, Filistin'e bakın, Türkiye Cumhuriyeti'nin şu anda eriştiği
uygarlaşma aşamasına yakınlaşan bile yok. Tarihe doğru teşhis koymak
lazım. Mustafa Kemal şunu görmüş; aydınlanma olmadan,
çağdaşlaşılamayacağını görmüş ve Türkiye Cumhuriyeti'ni laiklik
ilkesi üzerine kurmuş. Dogmatizmin baskısından insanoğlunu
kurtarmadığınız zaman hiçbir şey yapamıyorsunuz. Huntington diye bir
adam var, diyor ki "Medeniyetler çatışması önemlidir. Çünkü Batı
uygarlığının karşısındaki Sovyetler çöktükten sonra, Batı
laçkalaşacak. Onun için ona yeni bir düşman bulmak lazım". O yeni
düşman da müslüman dünyası. Kitabında Mustafa Kemal Atatürk ve
Türkiye Cumhuriyeti'ne büyük bir yer ayırmış. Çünkü Huntington'a göre
Batı uygarlığı tektir, biriciktir, benzetilemez, ulaşılamaz, taklit
edilemez. Türkiye bu gelişimi yapmış ama "Türkiye İslam alemine geri
dönsün" diyor. Bu
nedenle mi Türkiye İslam dünyasına model olarak
öneriliyor? Tabii ama Türkiye'nin
İslam dünyasına örnek olması mümkün değil. Çok kendine özgü
koşullarla kurulmuş. Bir kere bağımsızlık savaşı kazanılmış, eğer
bağımsızlık savaşını kazanmasaydı Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye
Cumhuriyeti'ni kuramazdı. Toplumu tarım uygarlığından endüstri
uygarlığına sıçratacak, onu dinin, dogmatizmin pençelerinden
kurtaracak bir kişinin, normal yetkilerle ve yeteneklerle bunu
başarması mümkün değil. Daha iyi toplum olmak için sizce ne
yapmalıyız? Bir tane yolu var: hiç
kimse kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi başkasına yapmasın.
Bu, daha iyi toplum olmanın, toplumsal mutluluğun, bireysel
mutluluğun, formülü. Bu kadar basit. Demokrasinin temelinde de bu
yatıyor. Bu niye olmuyor? İnsanları bu tür davranışlara sevk eden şey
kurallar. Bunlara uymak da yine eğitim meselesi, çünkü herkesin
başına polis dikemezsiniz. Bu eğitimi sırasıyla aileden, okuldan,
medyadan, işyerinden ve genel olarak toplumdan alacaksınız.
Türkiye'de bu beş yerin hiçbirinde eğitim verilmiyor. Hiçbir yerde
insanlar birbirlerine saygılı olmaya yönlendirilmiyorlar. Oysa ki çok
basit. Emre
Kongar'ın Kısa Yaşam Öyküsü
Reşit Emre KONGAR, 13 Ekim 1941'de
İstanbul'da doğdu. Babası, Şişli Terakki ve Pertevniyal Liseleri
felsefe öğretmenlerinden İhsan Kongar, annesi ise yine Şişli Terakki
Lisesi'nde bir süre felsefe öğretmenliği yapan, Zapyon Kız Lisesi
felsefe öğretmeni Mesude Kongar. İlk, orta ve lise eğitimini Şişli
Terakki Lisesi'nde gören Emre Kongar, 1963 yılında Siyasal Bilgiler
Fakültesi, Maliye ve İktisat Bölümü'nü bitirdi. 1964 yılında
Birleşmiş Milletler bursu ile Sosyal Bilimler eğitimi için ABD'ye
gitti. 1966 yılında Michigan Üniversitesi, Sosyal Çalışma Yüksek
Okulu'ndan master ünvanı ile mezun oldu, aynı yıl Türkiye'ye döndü.
Hacettepe Üniversitesi'ne öğretim görevlisi olarak girdi. 1968
yılında üniversite bünyesinde Sosyal Çalışma Yüksek Okulu'nu kurdu ve
buraya müdür olarak atandı. 1969 yılında sosyal bilimler alanında
"İzmir'de Kentsel Aile" adlı tezi ile doktor oldu. 1976 yılında
"Toplumsal Değişme Kuramları" konusundaki tezi ile üniversite doçenti
oldu. 1981 yılı Temmuz ayında "Atatürk ve Devrim Kuramları" adlı
takdim tezi ile Hacettepe Üniversitesi Senatosu'nca profesörlüğe
yükseltildi. 1983 yılına kadar Sosyal Çalışma ve Sosyal Hizmetler
Bölümü ile Ekonomi Bölümü'nde öğretim üyeliğini sürdürdü. 15 Şubat
1983 tarihinde askeri rejimin üniversite konusundaki uygulamalarını
protesto etmek için, üniversiteden istifa etti. Nisan 1992'de Kültür
Bakanlığı Müsteşarlığı'na atandı. Kasım 1995'de müsteşarlık
görevinden ayrıldı. 15 Ocak 1996'da Federal Almanya Devleti
tarafından Üstün Hizmet Madalyası Büyük Liyakat Haçı ile, 1 Şubat
1996'da İtalya Devleti Commandatore Madalyası ile, 15 Şubat 1996'da
da Polonya Devleti Commandor nişanı ile ödüllendirildi. 24 Nisan 1996
tarihinde Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'ne profesör olarak
geri döndü. 1 Eylül 2001 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi Yayın Kurulu
Danışmanı oldu. Halen Yıldız Teknik Üniversitesi'nde hocalık yapıyor,
Cumhuriyet Gazetesi'nde "Aydınlanma" köşesinde siyaset, "Medya Notu"
köşesinde kitle iletişim araçları konularında haftalık makaleler
yazıyor. |
Röportaj: Berna
Çetin Fotoğraflar: Uğur Bektaş
|