Emre Kongar'ın Resmi* İnternet Sitesi


Kitaplar

Green Bullet Makaleler

Green Bullet Articles in English

Sürekli Yazılar


 

26 Eylül 2016

Şort, Tekme, FETÖ, OHAL ve KHK'lar.

Sevgili okurlarım, geçen hafta Türkiye yine çok çok önemli olaylar yaşadı:

Batı demokrasilerinden olsa, her biri bir hükümetin istifasını gerektirecek olaylar.

Bunları "şort giyen kızımıza metrobüste atılan tekme olayı", "FETÖ" soruşturması" ve "OHAL rejimine dayalı olarak çıkarılan KHK'ların sonuçları" olarak özetleyebiliriz.

Bu konuları, benden önce çok güzel irdelemiş olan değerli yazar arkadaşlarıma bırakıyorum bugünkü Güncel'i.

* * *

Önce Yılmaz Özdil'in 21 Eylül tarihle Sözcü'de yayınlanan yazısı:

"Şort

'Dekolte giyen kadınlar tecavüzü göze almalı, parfüm haramdır, topuklu ayakkabı ayete aykırıdır' diyen herifin, sanki bunları hiç söylememiş gibi, profesör sıfatıyla hâlâ ders vermesine göz yumuyorsak... 'Hamilelerin sokağa çıkması terbiyesizliktir' diyen tarikat şeyhinin, hukuk otoritesi edasıyla, devlet televizyonu TRT'de program yapmasını hoş görüyorsak... 'Eşinin dans etmesine izin veren erkek deyyustur' diyen müftünün arkasında namaz kılmaya devam ediyorsak... Şort giyen kızın suratına belediye otobüsünde tekme atılması anormal midir?

*

Bu ülkenin TBMM başkanı, kahkaha atan kadınların 'iffetsiz' olduğunu söylüyorsa... Milli eğitim müdürü, kız öğrencilerle erkek öğrencilerin aynı merdiveni kullanmasından rahatsız oluyorsa... Anadolu lisesi müdürü, kızlı-erkekli oynanan halkoyunlarını 'din dışı' ilan ediyor, halaya horona 'zina' yakıştırması yapıyorsa... Güzel sanatlar fakültesiyle ünlü üniversite, kadın heykelini erotik bulup, depoya kaldırıyorsa... Basketbol federasyonu mesela, muhafazakar siyasetçiler rahatsız oluyor diye, dünya basketbol şampiyonasında ponpon kızları saklıyorsa... İstanbul büyükşehir belediyesi, hacıların aptesti bozulmasın diye, panolardaki mayo reklamını sansürlüyorsa... Tesettür defileleri 'İslami defile' adı altında yapılıyorsa... Şort giyen kıza 'şeytan' diye saldırılması tuhaf mıdır?

*

Kalbinizi kırmak istemem ama...

O kızcağızın suratına o tekmeyi hep birlikte attırdık.

*

Harem-selamlık plajlara, güya 'demokratik hak' olarak baktığımız için... 'Bağyan yanı' bilet satılmasını normal karşıladığımız için... Ağzından salyalar akan kerestelerin, her yılbaşı gecesi Taksim'de turist kadınlara parmak atmasına seyirci kaldığımız için, hatta 'kadın başlarına ne işleri var o saatte orada' diye sırıttığımız için... Yavaş yavaş, alışa alışa, sinsi sinsi, belediye otobüsünde uçan tekmeye kadar geldi.

*

Eğitimsizi yüceltmenin, cahil egosuna saygı göstermenin, cühelanın cüretine katlanmanın, lümpen küstahlığına yol vermenin, maganda şımarıklığına müsamaha etmenin, kaçınılmaz sonucudur bu.

*

O yaratık...

Bu iklimden besleniyor.

Bu atmosferden cesaret alıyor.

*

'Hangi hakla karışıyorsun, sana ne' diyeceğimize, 'aman karışmayayım, bana ne' dediğimiz için... Bu korkaklıktan güç buluyor.

*

Ve, bu çirkin hadise iyi ki İstanbul'da oldu da, haber oldu. Maalesef aslında... Bu yılışık empati, bu bencil duyarsızlık yüzünden, bugün Türkiye'nin yüzde 70'inde şortla gezilemiyor. 40 sene önce 50 sene önce bikiniyle yüzülen şehirlerimizde, kadınlarımız denize bile giremiyor. Hatta, memleketin yarısında hava karardıktan sonra sokağa bile çıkamıyor. Mahalle baskısı, pranga gibi takılıyor.

*

O otobüstekiler gibi bön bön bakmakla olmuyor.

Fransa'dan İsviçre'den İtalya'dan çok önce 'eşit hak'lar tanıyan Atatürk vizyonu, nasıl oldu da, bedevi kültürüne savruldu?

Herkesin bu soruya kafa yorması, harekete geçmesi gerekiyor.

*

Çünkü...

Ya kadınlar özgür yaşayacak.

Ya insan olmayacağız.

Başka seçenek yok."

* * *

Şimdi Uğur Mumcu'nun sevgili oğlu değerli hukukçu ve yazar Özgür Mumcu'nun Cumhuriyet'teki 22 Eylül tarihli yazısı:

"İmamın Ordusu

Odatv davasının hâlâ sürüyor olması ne tuhaf! İktidar-cemaat ittifakı devrinden kalma bu davanın hâlâ görülüyor olması iktidar açısından mahcup edici sonuçlar da doğuruyor. Dava sürdükçe, ister istemez iktidarın zamanında cemaatle nasıl işbirliği yaptığı da hatırlanıyor. Önceki günkü duruşmada Ahmet Şık, lafı dolandırmadı. Soruşturmayı yürüten polis, hâkim ve savcıların tutuklu ya da kaçak olduğunu hatırlattı ve cemaate destek veren Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın da yargılanması gerektiğini söyledi. Hâkimin ayak diremesine rağmen bu sözleri duruşma tutanağında yer aldı.

Dava bu kadar uzatılmasa Erdoğan'ın adı da gündeme gelmeyecekti. Ancak ne yaparsınız ki Sayın Cumhurbaşkanı'nın Odatv davası günlerindeki performansı çok iç açıcı değil. Şık'ın cemaatin polis içerisindeki örgütlenmesini anlattığı kitabı için 'Bazı kitaplar bombadan tehlikelidir' diyerek, cemaat mensuplarının verdiği kitap toplatma kararını hem de Avrupa Parlamentosu'nda savunduğu hâlâ akıllarda.

Daha sonra bir televizyon programında, Ruşen Çakır'ın bu sözünü hatırlatmasına ise 'Yani öyle kitaplar vardır ki bombadan daha tesirlidir' diye cevap vererek, Şık'ın kitabını en az cemaatçiler kadar tehlikeli bulduğunun altını iki defa çizmişti.

Neticede ne istedilerse verildiğini anlatan bir kitaptı ve dolayısıyla bombadan tesirliydi.

Sonradan öküz ölüp de cemaatle ortaklık bozulunca, 'Kitap yazdı diye değil, hazırlığını yaptı diye insanlar mahkûm edildi' diyerek bu defa Şık'ın mağduriyeti üzerinden kendine meşruiyet devşirmeye gayret etti. Bu Erdoğan-Erdoğan'a karşı meselesine alışık olanlar için sürpriz sayılmayacak ancak ülkenin ne denli tutarsız bir anlayışla yönetildiğini gösterdiği için son derece talihsiz bir durum.

Şık'ın kitabının adı 'İmam'ın Ordusu'ydu. Erdoğan'ın daha hazırlık aşamasındayken toplatılmasına bomba benzetmesiyle sahip çıktığı kitap ancak onlarca gazeteci ve yazarın ismiyle basılabilmişti.

Sonradan imamın ordusunun ne olduğunu ve nelere yol açtığını hep beraber gördük. Herhalde Sayın Cumhurbaşkanı'nın, cemaat tehlikesine sürekli dikkat çeken Odatv sanıklarına büyük bir özür borcu var.

Ergenekon'da kandırılmış, Balyoz'da kandırılmış, Arınç'a suikast konusunda kandırılmış, Askeri Casusluk davasında kandırılmış, HSYK'yi referandumla cemaate teslim ederken kandırılmış, Emniyet ve askeriyede cemaat yerleşirken kandırılmış, Türkçe Olimpiyatları için sikke kestirirken kandırılmış, cemaatle ara bulunsun diye Pensilvanya'ya adam yollanırken kandırılmış, partisine cemaat kontenjanından milletvekili, belediye başkanı almışken kandırılmış.

Kitap bombaya benziyor derken neden kandırılmış olmasın?

Peki, Sayın Erdoğan'ı sadece cemaat mi kandırabiliyor? Bu denli aldanmış bir siyasetçiyi cemaat haricinde başka odaklar da kandırmış ya da kandırıyor olabilir mi?

Özellikle yabancı devletlerle pazarlık masasına oturulduğunda içim içimi yiyor, bizim iyi niyetli ve saf Cumhurbaşkanımızı yine kandırırlar mı diye?

Neyse, bu arada Odatv davası ertelendi. Yani hâlâ devam ediyor. İmam'ın Ordusu darbeye kalkıştı ama İmam'ın Ordusu'nu yazanlar yargılanıyor."

* * *

Ve son olarak Mehmet Y. Yılmaz'ın 24 Eylül'de Hürriyet'te yayınlanan yazısı:

"Bunun bir de siyasi sorumlusu olmalı

CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan, olağanüstü hal rejimiyle ilgili olarak New York'ta şöyle konuştu:

'Şu andaki süreç içerisinde normal zamanlarda yapamayacağımız birçok şeyi hamdolsun yapabilme imkânına, gücüne sahip olduk. Ne oldu? Biz bunlara araziler verdik, arsalar verdik. Ne diye verdik? Gelin bu ülkede eğitim için okul yapın dedik. Ülkenin ekonomisine katkı olsun diye verdik. Normal şartlarda bunları geri alabilir miydik? Alamazdık. Ama şimdi KHK ve OHAL ile bunların hepsini toparlayarak bu okulları devlete teslim ettik.'

'Bunlara' dediği kişiler Fetullahçılar. Ama biz biliyoruz ki 'bunlara' sadece okul yapsınlar diye arsalar verilmedi.

'Bunlara' ne istedilerse verildi.

Bunlara mesela İçişleri Bakanlığı verildi. Vali, kaymakam, emniyet müdürü olabilmek, bu bakanlıktaki makamlarda yükselebilmek için Fetullahçı olmak gerekiyordu.

Bunlara Milli Eğitim Bakanlığı da verildi. Çalınmış sorularla insanları öğretmen yapabilsinler, istediklerini müdürlüğe getirebilsinler diye.

Bunlara HSYK da teslim edildi ki istedikleri mahkemelere, istedikleri hâkim ve savcıları atayabilsinler, canlarının çektiği gibi insanları hapislerde süründürebilsinler.

Bu sayede 'bunlar' ordu içinde de iktidarı ele geçirdiler, darbeye kalkışma cesareti bulmalarının tek nedeni de buydu.

Sonunda 'bunlar' darbeye kalkıştılar, insanlar öldü, Türkiye bir uçurumun kenarından döndü.

Bütün bu olanların tek sorumlusu 'bunlardır' deyip geçecek miyiz?

Bu örgütün büyümesini sağlayanların rolünü, sorumluluğunu hiç konuşmayacak mıyız?

Aralarında bir iktidar kavgası çıkmasaydı, biri diğerinin devlet içindeki örgütlenmesine göz yumsaydı, diğeri ötekine 17-25 Aralık hamlesini yapmasaydı bu düzen tıkır tıkır işlemeyecek miydi?

El ele verip, aynı 'menzili maksuda' yürümeye devam etmeyecekler miydi?

Bunun hesabını kim verecek?

Bu çetenin güçlenip palazlanması için ne istedilerse verenler değil, Nazlı Ilıcak mı suçlu?

Lale Kemal, Nuriye Akman, Ali Bulaç, Ahmet Turan Alkan mı? Yoksa Mehmet ve Ahmet Altan biraderler mi?

SEÇİMLE GELENİN YERİNE MEMUR OLMAZ

'ŞU andaki süreç içerisinde normal zamanlarda yapamayacağımız birçok şeyi hamdolsun yapabilme imkânına, gücüne sahip olduk' sözleri, sadece Fetullahçıların varına yoğuna el koymak ile ilgili değil tabii.

AKP hükümeti, bu işten öyle bir yararlandı ki seçimle gelmiş belediye başkanlarını görevden alıp, yerlerine memurları tayin edebildi.

Geçen gün 'seçim ile gelen suç işlerse, yerine yine bir seçilmiş gelmelidir. Meşruiyetin kaynağı seçimdir' konulu bir yazı yazmıştım.

Bazı AKP'li okuyucular beni suç işleyenleri korumakla suçladılar.

Onlara şunu hatırlatmak istiyorum:

Suç işleyen kim olursa olsun, kuşkusuz ki cezalandırılmalıdır. Ama kimin suçlu olduğuna karar vermek, bir hukuk devletinde, idarenin işi değildir.

Bağımsız mahkemenin kararı aranır, o yargılamanın adil olması beklenir, mahkeme 'suçludur' kararı verene kadar da herkes masumdur.

Söz konusu belediye başkanları için böyle bir mahkeme kararı yok!

Diyelim ki yargılanıp, suçlu bulundular. Tabii ki cezalarını çekecekler ve yerlerine de yenileri seçilecek.

'Atanmayacak', seçilecek!

Mesela Recep Tayyip Erdoğan, belediye başkanı iken mahkeme tarafından yargılandı, suçlu bulundu ve başkanlık görevinden ayrılmak zorunda kaldı.

Yerine memur tayin edilmedi.

İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi toplandı, kendi seçilmiş üyeleri arasından Ali Müfit Gürtuna'yı seçip, belediye başkanı yaptı.

Gürtuna'nın meşruiyeti tartışılmadı, çünkü seçilmiş bir kişiydi ve yine seçilmiş bir organ tarafından seçildi.

Bu kadar basit: Seçimle gelen, seçimle gider. Seçilmiş suç işler de görevini yapamaz hale gelirse, yerine yine bir seçilmiş gelir. Memur tayin edilemez.

TAM DOĞRUYU SÖYLEMİŞTİ Kİ...

İÇİŞLERİ Bakanı Süleyman Soylu, geçen gün beni hayretler içinde bıraktı.

Hayretler içinde kalmamın nedeni, Bakan Soylu ile aynı şeyleri düşünüyor olmamdı.

Bakan Soylu, Kemerburgaz Üniversitesi'nde akademik yılın açılışında ders verdi.

'Demokrasi bütün ülkeler için milli bir güç olmuştur. Hangi ülke demokrasiye daha fazla sarılıyorsa ortak değerlerini ve ortak aklını daha iyi muhafaza edebiliyorsa bu milli bir güçtür' dedi.

Bu düşüncelerine katılmamam mümkün değil.

Demokrasiyi benimsemiş, bütün kurumlarıyla çalışır hale getirmiş ülkelerin, geri kalan bütün ülkeleri fersah fersah geride bırakmalarının bir nedeni olmalı.

Fakat Soylu konuşurken belli ki bir anda 'aman Tanrım, ben neler diyorum böyle' diye paniğe de kapılmış.

Siyasetteki bütün varlığını bir tek kişiye borçlu olduğunu hatırlayıp, kendisini bir de 'demokrasi' gibi kavramları seslendirirken bulmak, korkunç bir şey olmalı.

Onun için hemen çark etmiş, yukarıda aktardığım sözlerinin hemen ardından şunu söylüyor:

'En önemli milli güçlerden biri de 21. asırda liderlerin milli güçleridir. Kıymetli Cumhurbaşkanımız Türkiye'nin milli gücüdür.'

Bakan'a hatırlatmak isterim ki 'milli liderlerin' bir ülkenin milli gücü olarak kabul edildiği yıllar geride kaldı!"


  Bu siteden yapılacak alıntılarda kaynak gösterilmesi ahlak kurallarına uygun olacaktır.

Emre Kongar ile iletişim icin e-posta, site yöneticisi ile iletişim için e-posta

Son güncelleme tarihi 2 Aralık 2024

Valid HTML 4.01 Transitional