23 Haziran 2014
Balyoz Davasındaki Haksızlık ve Hukuksuzluklar Tesçil Edildi.
Hesaplaşma erken başladı...
Doğrusu ya, AKP iktidarı sürdüğü sürece haksızlık ve hukuksuzlukların devam edeceğini, hesaplaşmanın ancak AKP, iktidardan ayrıldıktan sonra gerçekleşeceğini düşünüyordum.
Fakat yargıyı ve bürokrasiyi Gülen Cemaati ile birlikte ele geçiren ve baştan sona hem mevzuat hem de kadro olarak kendine göre yeniden düzenleyen AKP, Cemaat ile arası bozulunca, en azından yargıdaki hesaplaşma, daha iktidar değişmeden başladı.
Elbette bu süreç içinde Anayasa Mahkemesi'nin evrensel hukuğa ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararlarına bağlı olması da önemli bir rol oynadı
Olayın dört buçuk yıllık öyküsünü ve önemini Sedat Ergin iki gün üst üste yazdığı makaleleriyle çok iyi vurguladı.
* * *
20 Haziran'da şöyle yazıyordu:
"Balyoz hukuksuzluğu hukuk duvarına çarptı
BALYOZ dosyası 20 Ocak 2010 tarihinde Taraf gazetesinin 'Fatih Camisi bombalanacaktı' manşetiyle hayatımıza girdi ve geçen yaklaşık dört buçuk yıllık süre içinde Türkiye'nin en tartışmalı gündem maddelerinden birini oluşturdu.
Bu davada 360 dolayında emekli ya da muvazzaf subay ve astsubay yargılandı. Sanıkların büyük çoğunluğu -emekli kuvvet komutanları da dahil olmak üzere- üst ve orta kademe kurmay subaylardı. Muvazzaf olanların önemli bir bölümünün kariyerleri ya sona erdi ya da altüst oldu. Tutuklu askerlerin aileleri büyük acılar yaşadı, çocukları babalarını yıllarca yalnızca cezaevinde görebildiler.
Başlangıcından itibaren dava dosyasında çok ciddi tutarsızlıklar, çelişkiler ortaya çıktı. Bu çelişkilerin ortaya konmasına, özellikle dijital delillerin çoğunun sahteliğinin matematik kesinlik içinde kanıtlanmasına rağmen, ülkeye hâkim olan 'zamanın ruhu' aslında zeki bir ilkokul öğrencisinin bile basit mantıkla yakalayacağı bu tutarsızlıkları görmedi, görmek istemedi.
Balyoz davasının arkasındaki 'itici güç'ün Gülen cemaati olduğu Türkiye'nin açık sırrıydı. İlginçtir ki, o tarihte cemaat ile mutlu bir izdivaç yaşamakta olan AK Parti hükümeti de iddianamede ortaya konan anlatıya tümüyle itibar etti. Bu dava askeri geriletmeye dönük niyetleri açısından hükümetin işine de geldi. Ayrıca, ülkenin 'liberal-demokrat' kanaat önderlerinin çoğu geniş ölçüde savcıların iddialarına destek çıktı, delillerle ilgili sorunları dinlemek bile istemedi.
Düşündürücüdür ki, başlangıçta davaya destek çıkan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, özellikle cemaat ile ölümcül bir kavgaya girdikten sonra Balyoz davası için 'Katakulli' diyecek, cemaati suçlayarak "Bu davalarda haksızlığa uğrayan insanlar var" diye konuşacaktı.
Özel yetkili mahkemedeki yargılama süreci bariz hukuk faulleriyle yürütüldü. Mahkemede delil değerlendirme aşaması bile atlandı. Ceza Muhakemesi Kanunu'nun açık hükümlerine rağmen savunmanın talep ettiği tanıkların dinlenmesine onay verilmedi.
Daha vahimi, savunmanın dijital delilleri ciddi bir şekilde çürütmesine karşılık mahkemenin buna hiçbir şekilde itibar etmemesiydi.
Örneğin, iddianamenin omurgasını 2003 yılında hazırlandığı ve darbe planlarını içerdiği öne sürülen 11 numaralı CD oluşturuyordu. Ama bu CD'nin içinden hukuken 2006, 2007 ve 2008 yıllarında kurulmuş tüzelkişiliklere ilişkin veriler çıktı. O zaman iddianamenin bu CD'nin 2003 yılında hazırlandığı kabulü boşlukta kalıyor, suçlamaların dayanağı düşüyordu.
Böyle bir çelişki Batı'da objektif hukuk ölçüleri içinde hareket eden herhangi bir mahkeme için davanın düşme nedenidir. Türkiye'deki özel yetkili mahkeme sisteminde ise delillerin bu tür defolarla sakatlanması bir mesele oluşturmadı. Mahkeme, bu sakatlıkları belgeleyen sayısız bilirkişi raporunu da değerlendirmeye almadı ve 21 Eylül 2012 tarihinde 365 sanıktan 330'u hakkında hapis cezası verdi.
Dikkatlerden kaçan düşündürücü bir nokta daha var. Balyoz savcılarının sanıkların lehine olan bazı delilleri adli emanete kaldırarak yargı sürecinden sakladıklarının ortaya çıkmasına rağmen, yapılan başvurulara karşısında HSYK bu skandalın üstünü örtmüştür. HSYK, bu anlamda özel yetkili mahkemeyle "ruh birliği" içinde davranmıştır.
Ardından bir yıla yakın bir süre Yargıtay'daki temyiz aşamasında geçmiştir. Yargıtay Dokuzuncu Ceza Dairesi, 9 Ekim 2013 tarihinde oybirliği ile 237 sanık hakkındaki mahkûmiyet kararlarını onaylamış, 61'ini beraat ettirmiş ve 63'ü hakkında suç fiillerini farklı bir suç kategorisinde değerlendirerek mahkûmiyeti bozma kararı vermiştir.
Yargıtay'ın bu kararında hangi kriterlerle hareket ettiği Türkiye'de hukuk tarihinin en büyük muammalarından biri olarak kalacaktır. Çünkü aynı kategorideki dijital deliller sanıkların çoğunda mahkûmiyet için yeterli görülürken, bazı sanıklar için beraat nedeni oluşturmuş, bazı sanıklar için "bozma" kararına dayanak oluşturmuştur.
Başka gariplikler de var. Yargıtay'ın mahkûmiyetlerini bozduğu 63 sanıktan 60'ının karacı sınıfından ve çoğunluğunun da muvazzaf subaylar olduğunu görüyoruz. Yargıtay, buna karşılık havacı sanıklar hakkındaki mahkûmiyetlerinin tümünü, denizcilerde de büyük çoğunluğunu onamıştır.
Ceza hukukunun en temel ilkelerinden biri "şüpheden sanığın yararlanacağını" belirtir. Delillerle ilgili olarak ortaya konan bütün tutarsızlıklara, çelişkilere rağmen Yargıtay hukukun bu çok temel ilkesini hayata geçirmemiştir.
Sonuçta Anayasa Mahkemesi (AYM), önceki gün aldığı bir kararla adil bir yargılamanın yapılmadığına hükmetmiştir. Önem taşıyan noktalardan biri, kararın mahkemenin 17 üyesinin tümünün imzasıyla çıkmış olmasıdır. Mahkeme, böylelikle 5 Haziran 2014 tarihindeki YouTube kararından sonra ikinci kez genel kurul düzeyinde karar almış olmaktadır. Kuşkusuz buradaki oybirliği, kararın ağırlığını arttırmaktadır.
Balyoz'un geçen dört buçuk yıllık serüveni, asgari hukuk ölçülerinin bile işlemediği bir büyük hukuksuzluğun öyküsüdür aslında. AYM, bu hukuk zulmüne dur demiştir."
* * *
21 Haziran tarihinde ise şöyle devam etti:
"AYM'nin Balyoz kararındaki oybirliğinin önemi
RESMİ Gazete'de 5 Mart 2014 tarihinde yayımlanan Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü değişikliği, mahkemenin geçen çarşamba günü Balyoz davasında verdiği karara kadar uzanacak önemli bir düzenleme getiriyordu.
Bu değişiklik öncesinde bireysel başvuru talepleriyle ilgili kararlar Anayasa Mahkemesi'nin (AYM) "Bölüm" diye adlandırılan iki kurulu tarafından veriliyordu. Oysa bu değişiklikle -bazı durumlarda- bireysel başvuruların bölümler yerine doğrudan 17 üyenin bir araya geldiği Genel Kurul'a götürülmesinin önü açılıyordu.
Örneğin, "konunun niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanmasının gerekli görülmesi halinde" bu yönteme gidilebilecekti.
AYM'nin toplam 17 üyesi var. Başkan Haşim Kılıç dışındaki 16 üye "Birinci Bölüm" ve "İkinci Bölüm" olmak üzere her biri sekizer üyeli iki kısma dağılıyor. Mahkemenin iki başkanvekilinden Serruh Kaleli Birinci Bölüm, Alparslan Altan ise İkinci Bölüm'ün başkanlığını yapıyor.
AYM'nin bireysel başvuru kararlarını vermeye başladığı geçen sonbahardan bu yana mahkemenin içtihat birliğini sağlayabilmesi için bölümler ciddi bir eşgüdüm içinde çalışıyor. Ayrıca, bölümlerin kararlarının da kendi içlerinde çoğunluk oybirliğiyle çıktığı söylenebilir.
Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un serbest bırakılmasını mümkün kılan 6 Mart tarihli karar ile Twitter yasağını kaldıran ve hükümeti çok kızdıran 2 Nisan tarihli karar İkinci Bölüm tarafından -her ikisi de- oybirliğiyle verilmişti. Prof. Mehmet Haberal'ın serbest kalmasının önünü açan karar ise 12 Aralık 2013 tarihinde Birinci Bölüm tarafından yine oybirliği ile alınmıştı.
Ancak geçen mart ayındaki tüzük değişikliği AYM'nin içtihat birliği arayışını yeni bir çerçeveye oturttu. Mahkeme, kritik kararlar söz konusu olduğunda doğrudan Genel Kurul olarak karar verme imkânını kazandı. Bu yöntem içtihat birliğine yardımcı olmasının yanı sıra mahkemenin aldığı kararların taşıdığı ağırlığı, dolayısıyla AYM'nin etkisini de arttırıyor.
AYM'nin söz konusu tüzük değişikliğinden sonra Genel Kurul düzeyinde aldığı ilk karar 29 Mayıs tarihindeki YouTube yasağının kaldırılması oldu. Ancak ilginçtir ki, oybirliği hedeflense de bu karar oyçokluğu ile çıktı. İki üye (Mümtaz Akıncı ve Hicabi Dursun) çekince koyunca, YouTube kararı 17 üyeden 15'inin oyuyla çıktı.
Buna karşılık, AYM'nin geçen çarşamba günkü Balyoz kararına baktığımızda, metnin altında 17 üyenin hepsinin adını görüyoruz. Bu, mahkemenin bireysel başvurularda genel kurul düzeyinde oybirliğine dayanan ilk kararı oluyor.
AYM'nin doğrultu tutarlılığı içinde hareket etmesinin gerisinde bireysel başvuru mekanizmasının fiilen işlemeye başlaması öncesinde geçirilen yoğun hazırlık döneminin önemli bir etkisi var. Bireysel başvurunun 12 Eylül 2010 Anayasa referandumunda kabul edilmesinden sonra bu konuyu düzenleyen yasa 30 Mart 2011 tarihinde çıktı, bireysel başvurular ise 23 Eylül 2012 tarihinden itibaren işleme alınmaya başlandı.
Arada geçen süre içinde AYM'ye yeni raportör ve raportör yardımcıları alınarak kadro kuvvetlendirildi. Ardından AİHM içtihatları ve bireysel başvuru sisteminin işleyişiyle ilgili yoğun bir çalışma başladı. AYM üyeleri kendi hazırlıklarını yaparken, raportörler Almanya ve İspanya anayasa mahkemelerinden gelen uzmanlarla yoğun bir hizmet içi eğitime girdi. Bir bölümü Strasbourg'daki AİHM'ye gönderildi.
Mahkeme bu arada kendi sistemini de geliştirdi. Mevcut uygulamada başvuru kabul edildikten sonra A) önce bir raportör tarafından inceleniyor, B) ardından ilgili bölümün başraportörünün önüne gidiyor, C) bir sonraki aşamada Araştırma Dairesi'nin önüne geliyor. D) son kez raportöre dönüyor ve buradan bölümlere ya da Genel Kurula, yani üyelerin önüne gidiyor. Ve AYM üyeleri bütün bu kontrol süreçlerine dayanan hazırlık üzerinden kararlarını veriyor.
Bu şekilde üretilen AYM'nin bireysel başvuru kararları şu ana kadar genel çizgisi itibarıyla AİHM içtihatlarıyla büyük ölçüde uyumlu bir doğrultuda şekillendi. Ancak AYM'nin yinede bu noktada geçmesi gereken kritik bir sınav var.
AYM'nin bireysel başvurular için Türkiye'de yargı sistemi içinde etkili bir itiraz yolu haline geldiğinin AİHM tarafından tescil edilmesi gerekiyor. Genelde iki yıllık bir izleme dönemi oluyor. Avrupa Konseyi'nin 7 Temmuz tarihinde Strasbourg'da düzenleyeceği uluslararası konferansta Türkiye'deki Anayasa Mahkemesi'nin bireysel başvuru tecrübesinin tartışılacak olması önem taşıyor.
AYM'nin bu toplantıda sunum yapmak üzere Strasbourg'dan aldığı davet, iki yıllık izleme dönemini başarıyla tamamlamakta olduğunun bir işareti olarak görülebilir.
NOT: Bugünkü yazımız, dün bu köşede yer alan AYM'nin Balyoz dosyasıyla birlikte genel kurul düzeyinde ikinci kez oybirliği ile karar aldığı yolundaki hatalı değerlendirmeyi de düzeltmektedir. S.E."
* * *
Görüldüğü gibi Balyoz davasında çok vahim şu hatalar işlenmiştir:
1) Savunmalara yeterince olanak verilmedi, delillerin tartışılması aşaması bile atlandı.
2) Kilit tanıklar, ısrarlara karşın, dinlenmedi.
3) Delillerin sahte oldukları açıkça görülmesine ve pek çok raporla saptınması olmasına karşın, mahkeme bunları gerçek kabul etti.
4) Savcılar sanıklar lehine bazı delilleri sakladı.
5) Mahkeme, bu yasal boşlukları "takdir hakkını" kullanarak ve "kanaat belirterek" dayanaksız bir biçimde doldurmaya çalıştı.
6) Ve elbette son bir nokta da, bu mahkemelerin kaldırılmış olmalarına karşın, davalarına devam etmiş ve hüküm vermiş olmaları konusunda yaşandı.
Ne yazık ki, Yargıtay da bu haksızlık ve hukuksuzlara göz yumdu, hangi ölçüte görve olduğu anlaşılmayan bir biçimde sanıklar hakkındaki kararların bir bölümünü bozdu, önemli bir bölümünü de onayladı.
* * *
Tarih bu hukuk cinayetini işleyenleri affetmeyecektir ama...
Kamuoyu, yargı önünde de hesap vermelerini bekliyor.
|