Emre
Kongar'dan 'ABD'nin Siyasal İslam'la Dansı'
'Arap Baharı yutturmacası bitti'
İslam,
uluslararası siyasette nasıl kullanıldı? Türkiye nasıl bir ileri karakol haline
getirildi? Başta azgelişmiş hele ki petrol zengini ülkelerdeki yaşamı atom
etkisiyle parçalayan emperyalizmin sopası kapitalizmin geldiği yeni, daha
'ileri' eşikler neler? Batı tarafından işine gelen kısımlarıyla benimseneduran
Huntington, Atatürk'e neden karşıydı? Türkiye model olabilir mi? ABD'nin
siyasal İslamla dansı sonrası Ortadoğu'da birbiri ardına devrilen diktatör
çatılar, yeni dengesiz dengeler ve engin (!) stratejilerini daha bir parlatmış
'yeni model Fukuyama' ile kucaklaştığı noktalar ne? Tüm boyutları ve
taraflarıyla Suriye yangınının gezegene mevcut ve olası etkileri neler? Emre
Kongar, yeni kitabı ABD'nin Siyasal İslamla Dansı'nda tüm bu sorulara
odaklanırken yakın tarihin yanı sıra yakın geleceğin de bir portresini çiziyor.
Kongar'la kitabını konuştuk.
Gamze AKDEMİR
-İslam dininin uluslararası siyasette nasıl
kullanıldığını görmek için önce, İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan Soğuk
Savaş'ın bir milat olduğunu irdeliyorsunuz kitapta. ABD'den akıl ve icazet alan
DP'nin dinci totaliterlik ve milliyetçi faşizm noktalarına nasıl hızla
yönlendiğini okuyoruz sonra. Tam da bu noktada ustaca mevzilendirilen bu
satranç oyununda Türkiye'nin nasıl bir ileri karakol haline getirildiğine ve
bugüne de uzanan emellerin nasıl şekillendiğine vurgu yapıyorsunuz. Bu belayı
açmanızı rica ederek başlayalım söyleşimize?
- Aslında sorun İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetlerin Türkiye'den üs ve
toprak istemeleriyle başladı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Yalta ve
Potsdam'da dünya, ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında paylaşılırken
Türkiye ve Yunanistan'ın durumları belirsiz kalmıştı. Bu belirsizlikten
yararlanan Stalin, Boğazlar'da üs ve Kars-Ardahan bölgesinden toprak istedi. Bu
istek doğrudan doğruya Türkiye'nin bağımsızlığına yönelik bir tehdit
oluşturuyordu.
Bunun üzerine İsmet İnönü Batı ittifakına yöneldi. Türkiye zaten Birleşmiş Milletler'e
katılmak için gerekli girişimlerde de bulunmuştu. Bir süre sonra Truman
Doktrini, Yunanistan ve Türkiye'nin de Batı dünyasının bir parçası olduğunu
kabul edince, ilişkiler belirlendi. Artık Türkiye, Soğuk Savaş döneminde
Batı'nın bir parçası, ilerleyen yıllarda da ileri karakolu oldu. Böylece dinci
ve milliyetçi çizgide bir antikomünizm resmi ideoloji haline geldi.
- Mikrodinci, mikro milliyetçi, tebelleş Yeni Dünya Düzeninde, eli silahlı ve
kanlı Blackwater'ın kurucusu Erik Prince'in takım elbiseli versiyonu Amerikan
şirketi Noble nasıl bir uzantı, tezahür ve metafordur?
- Kitabın giriş bölümü ABD'yi ve ABD'nin dünya politikasını, genel stratejisini
anlamaya yönelik metinlerden ve çözümlemelerden oluşuyor. Bu açıdan ABD'deki
siyasal yapının uluslararası sermaye ile nasıl iç içe geçtiğini açıklamak
bakımından Noble örneğini aldım. Genç gazeteci arkadaşım Tolga Tanış nefis bir
firma biyografisi yazmış Noble'de. Çok aydınlatıcı ve öğretici olması
bakımından kendisinden izin alıp tüm makalesini aynen kullandım. Sanıyorum bu
örnek olay, başta Noam Chomsky olmak kaydıyla, bütün radikal yazarların neden
uluslararası sermayeye karşı çıktığını çok iyi belirtiyor.
Elbette Noble örneğinden alınacak ders ABD'nin dünya üzerindeki
imparatorluğunun nasıl bir silah ve sermaye ittifakına dayandığı ve bu
ittifakın ABD'nin sosyal ve ekonomik dokusuyla nasıl iç içe olduğudur. Bu
gerçekler iyice kavranılmadan ABD'nin dünya üzerinde hangi güce sahip olduğu ve
ne yapmak istediği iyi anlaşılamaz. Nitekim ABD'yi iyi anlamak için, çok iyi
bir uzman olan Zülâl Kalkandelen'in de üç makalesini aynen alıntıladım.
Tanış'ın ve Kalkandelen'in yazıları bana çok ışık tuttu, sanıyorum, okurların
da konuyu çok daha iyi özümlemelerine çok yardımcı olan çalışmalar.
Biliyorsunuz, ABD'de ordu yani Pentagon ile uluslararası sermaye o denli iç içe
geçmiştir ki, Irak'taki ABD askerlerinin güvenliğini bile özel şirketler
sağlamaktadır ve ABD'li politikacıların bu şirketlerle organik veya yönetimsel
yakın ilişkileri vardır. İşte Noble ve onun tarihi bütün bu ilişkileri
sembolize eden bir öykü.
'HUNTINGTON'IN ATATÜRK
DÜŞMANLIĞI BİR EMPERYALİST REFLEKS'
- Samuel P. Huntington'ın Batı'yı ikna ettiği, enine
boyuna kurguladığı, vahşi 'yeni düşman yaratmaca' oyunu ne gerekçelerle
benimsendi ve virüs El-Kaide kanalından gezegene nasıl salındı? Huntington,
Atatürk'e en çok neden karşıydı? Huntington Batı'da ne zaman az da olsa
sorgulanabilir hale geldi (mi)?
- Bugünkü 'Küresel Dünyayı' biçimlendiren süreçlerin temelleri Soğuk Savaş
döneminde atıldı. Zaten gerek uluslararası süreçler gerekse bunları belirleyen
oluşumlar esas olarak bir süreklilik arz eder. Bu açıdan Siyasal İslam,
Huntington'dan çok önce de uluslararası siyaset sahnesinde önemli bir faktör
olarak kullanılıyordu. Soğuk Savaş bitince siyasal İslamın askeri kolu olarak
Sovyetlere'e karşı kurulan El Kaide işlevsiz kaldı ve Arap-İsrail çatışmasından
dolayı kendine yeni bir hedef belirleyerek Batı'ya ve kendisini yaratan ABD'ye
düşman olarak ortaya çıktı. Huntington'un yaptığı bu süreci yeni bir ideoloji
çerçevesinde kavramsallaştırmak oldu.
Huntington, esas olarak hocası Toynbee'nin 'Bir uygarlık bir tehdit ile karşı
karşıya kalırsa gelişir, yoksa rehavete kapılır, laçkalaşır, yok olur' tezine
dayalı olarak, Sovyetler'in çöküşünden sonra Batı'nın karşısına İslam
uygarlığını yeni bir düşman olarak dikti ki Batı uygarlığı yani ABD dinamik
olarak gelişmesini sürdürsün.
Elbette bu kavramlaştırmada El Kaide de önemli bir işlev yüklendi ve
Huntington'un kuramsal olarak işaret ettiği tehdidi somut saldırı olaylarına
dönüştürdü. Sanıyorum burada tarihin bir cilvesi var: ABD'nin kurduğu ve
Afganistan'da Sovyetler'e karşı başarıyla kullandığı El Kaide, sonunda ABD'ye
saldırdı. Ama yine tarihin bir cilvesi, ABD bunu Afganistan'ın, Irak'ın işgali
ve öteki müdahalelerinin gerekçesi olarak kullandı. Bir başka deyişle ABD'nin
kurduğu El Kaide dost olarak da düşman olarak da ABD'nin küresel politikalarına
hizmet etti.
Huntington'un Atatürk düşmanlığına gelince, bu emperyalizmin kendini koruma
refleksinden kaynaklanıyor: Bilindiği gibi emperyalistler gittikleri yerlerde
ister istemez kendi kültürlerinin ürünü olan 'Ulasal Bağımsızlık', 'Milli
Egemenlik', 'İnsan Hakları', 'Kadın Hakları', 'Laiklik', 'Hukuk Devleti' gibi
kavramların da gelişmesine yol açıyor. Bu kavramlar ise sonradan dönüp, ulusal
bilincin gelişmesine ve o ülkelerin emperyalizme karşı çıkmasına yol açıyor.
Tarihte bunun en başarılı örneği Mustafa Kemal Atatürk ve Türkiye'dir. en
başarısız örneği de Lumumba ve Kongo'dur.
İşte Huntington bu tür gelişmeleri önlemek için İslam âlemine 'Siz insan
hakları, kadın hakları gibi değerlere bakmayın. Bunlar emperyalist değerlerdir.
Kendi değerlerinize sahip çıkın.' diyor. Bununla da yetinmiyor, 'Batı'nın
demokrasi anlayışı iyidir, laiklik anlayışı kötüdür' diyor. Bunların amacı,
emperyalistlerin denetimindeki olan ülkelerde antiemperyalist tepkileri ve
gelişmeleri engellemek.
Önce bu nedenle Atatürk'e karşı. İkinci olarak dünyayı ve ulus devletleri etnik
ve dinci çizgilerde bölmek istiyor. Bu nedenle de Atatürk'e karşı.
Üçüncü olarak, emperyalist Batı ile İslam âlemi arasında İslam değerleri
üzerinden bir ittifak arıyor. Bu nedenle de Demokratik ve Laik Türkiye
Cumhuriyeti'nin laiklikten vazgeçmesini, Avrupa vizyonunu terk etmesini,
Araplara benzemesini ve bu âleme yönelmesini istiyor. Nitekim Arap Baharı
denilen trajediler sonrası, örneğin Mısır'da görülen ordu-Müslüman
Kardeşler-ABD ittifakı bu modelin hayata geçirilmesidir.
Dördüncü ve çok önemli bir nokta daha var; belki de bunu ilk başta söylemem
gerekirdi. Huntington son derece faşist bir yaklaşımla, Batı'nın taklit
edilemez ve kendisine erişilemez bir nitelik taşıdığını iddia ediyor. Bu açıdan
bütün Batılılaşma çabalarının başarısızlıkla sonuçlandığını ve sonuçlanacağını
söylüyor. Atatürk bu açıdan da Osmanlı İmparatorluğu'nu başarılı bir biçimde
Batılı bir Türkiye Cumhuriyeti'ne dönüştürmüş bir lider olarak Huntington'un
tezinin canlı bir yanlışlanması, reddiyesi. Yani Huntington kendi tezinin
doğrulanması için de Atatürk'ün reddedilmesini ve Türkiye'nin Batılı bir ülke
olmaktan çıkmasını istiyor.
Sorunuzun ikinci kısmına gelince, daha önce de değindim, İslam düşmanlığı, El
Kaide terörü ile dünyaya yayılıyor. Elbette bunda ABD'nin payı büyük. Ama İslam
adına terör yapan El Kaide'nin de başarıyla bu imaja katkı sağladığını
vurgulamak gerek. Dediğim gibi, ABD kendi ürettiği El Kaide'den dost olarak da
düşman olarak da, dünya imparatorluğu olarak azami yararı ve çıkarı sağlıyor.
Üçüncü olarak sorduğunuz soruya gelirsek, Batı'nın Huntington'a bakışı elbette
pragmatik. İşine yarayacak önerileri benimsiyor. Tabii burada da yeni
gelişmeler var. 1991'de Sovyetler Birliği'nin yıkılmasıyla başlayan Küresel
dönemdeki yirmi yıllık gelişmeler bize gösterdi ki, Küresel yapı insanoğlunun
önündeki ciddi sorunlarla başa çıkamıyor.
Bunu ben söylemiyorum, Küresel dönemin ideolojisini yazan Francis Fukuyama
söylüyor. Son kitaplarından biri olan ulus Devletin İnşası adlı kitapta,
Küreselleşmenin ulus devlet yapılarını zayıflatmasının büyük bir hata olduğunu
belirtiyor. Çünkü 'Küresel uluslararası örgütlenme yapısı üç sorunla başa
çıkamıyor, bunlarla mücadele için mutlaka ulus devlet yapıları gerekli' diyor.
İnsanlığın önündeki sorunları da 'Küresel terör, insan ve uyuşturucu
kaçakçılığı ve yoksulluk' olarak sayıyor. Bu sorunlarla savaşmak için ancak
ulus devlet yapılarının etkili olacağını söylüyor.
Bu açıdan bakıldığında, Huntington'un en azından ulus devletleri yok etmeye
yönelik tezinin zayıfladığını ve yavaş yavaş terk edilmekte olduğunu
söyleyebiliriz. Ama sonuç olarak İslam âlemi ile Batı arasındaki çekişme ve bu
çekişmeyi çözmek için, demokrasiye ve insan haklarına aykırı da olsa birtakım
totaliter rejimler tarafından İslam değerleri olarak dayatılan kadın hakları ve
insan hakları ihlallerinin benimsenmesi tezi hâlâ geçerliliğini koruyor.
'AKP DIŞARDA LAİKLİĞİ
SAVUNUYOR'
- 'Türkiye model olabilir mi?' bölümüne ilişkin
sorarsam, Ayarını bozmaya azmettikleri Türkiye'yi kendilerince makbul denli
'ılımlı' bir model haline getirmeyi beceremezlerse ne olur? Amaçlara hizmet
edildiği sürece kayrılan Türkiye'nin başına ekonomik, sosyal başlıca neler
gelebilir? Ayrıca Huntington'ın Arap dünyasının başına Türkiye'yi adeta
tebelleş etmeyi amaçlayan bu modellik teklifinin arka planında başka neler
vardır?
- Türkiye'nin Arap-İslam Dünyası'na bir model olarak takdiminde pek çok sorun
var: Hemen belirtmeliyim ki, Türkiye'nin bu dünya için cazibesi, ekonomik
bakımdan gelişmiş olmasından, ülkede egemen olan özgürlük havasından, halkının
yaşam düzeyinden ve belki daha da önemlisi, yaşam biçiminden, bireylerin ve
özellikle de kadınların sahip oldukları haklardan filan geliyor. Oysa tam da bu
haklar ve özgürlükler, siyasal İslamı totaliter bir rejim olarak kullanmak
isteyen Müslüman Kardeşler gibi örgütler veya kendi diktatörlüklerini sürdürmek
isteyen Sabah ailesi gibi aileler tarafından hiç de olumlu görülmüyor.
Şimdi sorun şurada: Türkiye'nin bir model olarak kullanılmasını sağlamak için
ile Arap-İslam Dünyası yakınlaşması sağlanacaksa, Arap-İslam Dünyası mı
Türkiye'ye benzeyecek, yoksa Türkiye mi Arap-İslam Dünyası'na benzetilecek?
Bu sorunu daha net ve çarpıcı bir biçimde bir soru olarak da formüle
edebiliriz: Türkiye mi Arap-İslam Dünyası'na model olacak, Arap-İslam Dünyası mı
Türkiye'ye?
Müslüman Kardeşler örgütünün ve diktatörlerin karşı çıktıkları, demokrasinin ön
koşulu olan laiklikten ödün veren bir Türkiye artık Arap-İslam âlemi'nden
farklı olmaz ki' Yani model olma özelliğini yitirir.
Burada Türkiye'nin iç ve dış politikası bakımından bir başka çelişki daha
ortaya çıkıyor: İçerde İslam referanslı bir parti olarak görülen ve bu nedenle
de Malezya gibi birtakım İslam ülkeleri tarafından İslami ilkelerin siyasette
uygulanması açısından örnek alınan AKP, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Mısır,
Tunus ve Libya'da yaptığı konuşmalarda ve Cumhurbaşkanı Gül'ün Tunus gezisinde
laikliği savunuyor. Hiç kuşkusuz Arap-İslam âlemi'ne karşı gösterilen bu tavrın
arkasında ABD'nin onayı ve hatta önerisi var.
Daha açık bir biçimde ifade etmek gerekirse, içerde İslamcı bir siyaset çizgisi
izleyen AKP dışarda laikliği savunuyor. İşte kitapta bu çelişkiye işaret
ederek, doğru çizginin laiklik bağlamında olması gerektiğini vurguluyorum.
Çünkü kitap sadece sorunlara işaret etmekle kalmayıp, çözümler de öneren bir
yaklaşımla yazıldı. Laiklik olmadan hiçbir Arap-İslam ülkesinin gerçek bir
demokratik yapıya kavuşamayacağı açık. Mısır kökenli ünlü filozof ve yazar
Samir Amin de bunu savunuyor.
Türkiye laik rejimini kararlılıkla sürdürürse bundan dolayı cezalandırılır mı?
Daha doğrusu ABD bundan rahatsız olur mu? Çok emin değilim. Çünkü ABD ülkelerin
genel eğilimlerine göre kartlarını oynayan bir ülke. Elbette manipüle etmeye
çalışıyor ama son tahlilde genel eğilimleri kullanıyor, yani bir ölçüde bunları
dikkate alıyor. Bu açıdan eğer Türkiye'nin genel seçmen eğilimleri laiklik
ilkesine sahip çıkarsa büyük bir sorun yaşanacağını düşünmüyorum.
Sorun laiklik ile laiklik karşıtlığının, ABD'nin müdahalesi ile kazanacağı veya
kaybedeceği bir denge durumunda kalmasında çıkar. Dilerim Türkiye neredeyse yüz
yıla yaklaşan bir demokrasi deneyimini çöpe atmaz!
- ABD bugün neden Suriye'ye doğrudan müdahale etmekte çekingen davranıyor? Ve
yeni 'havuçlar' 'Arap Baharı' ve 'İran tehdidi' terminolojiye dolayısıyla
zihinlere nasıl nakşedildi?
- ABD Savunma Bakanı Panetta bunu açıkça söylüyor: Suriye'nin savunma gücü
Libya'nın sekiz katı. Kitle imha silahları ise 10 katı. Ayrıca savunma
sistemleri meskun bölgelerde kurulu olduğundan bir müdahale olduğunda sivil ölümlerin
çok yüksek olması muhtemel. Genelkurmay başkanı da ona katılıyor. Bildiğimiz
bir şey varsa o da ABD üst düzey yetkililerin doğrudan bir ABD silahlı
saldırısından yana olmadıkları.
ABD esas olarak uluslararası camianın ve özellikle de BM'nin onayını arıyor.
Zaten Libya olayı ile farklı dedikleri noktalardan biri de bu Birleşmiş
Milletler'in desteğinin olmayışı. İran, Rusya ve Çin de önemli faktörler tabii.
Libya oldukça yalnızdı, Suriye öyle değil. Ayrıca Suriye'nin devlet yapısı,
Libya'nın aşiretlere dayalı derme çatma devlet yapısından daha güçlü. Bütün bu
nedenlere ABD şu anda sahip olmadığı bir uluslararası destek peşinde. 'Arap
Baharı' yutturmacası bitti, artık hiç kimse bu hareketlerin gerçekten bir
demokratikleşme olduğuna inanmıyor. ABD'nin rolü de ortaya çıktı. İşte zaten bu
nedenlerle İran'ın nükleer tehdidi piyasaya sürüldü. Yalnız İran konusunda bir
tereddüdüm var: İran'ın elindeki nükleer enerji gücünü bomba yapmak için
kullanmayacağına ilişkin hiçbir güvence yok. Atom bombası sahibi bir İran ise
başta Türkiye olmak üzere bütün komşularına karşı bir tehdit oluşturur. Bu
açıdan Türkiye'nin çok dikkatli olması gerek.
- ABD kendini dünyanın hâkimi görüyor ifadesini kullanıyorsunuz kitapta. Sorum
basit (!) ABD dünyanın hâkimi mi ve/veya hâkimi değil mi? Ya Rusya ya Çin,
hatta Brezilya, Hindistan?
- Bu konu uzun zamandır tartışılıyor' Sovyetler Birliği çöktükten sonra
dünyanın 'çok kutuplu' bir hale geldiği ve ABD'nin gücünün sınırlandığı
söyleniyor. Bence bu yargı doğru değil. Tam tersine, Sovyetler Birliği
çöktükten sonra ABD dünyanın tek büyük gücü haline geldi.
Elbette arkasından Çin geliyor. Hindistan, Brezilya, Rusya çok gerideler. Ama
Çin gerçekten büyük bir güç olarak geliyor. Sanıyorum Amerika'nın gelecekteki
rakibi Çin olacak. Ama şimdilik aralarında tam bir ekonomik sembiyoz var: Çin
ucuza üretiyor, ABD ucuza ithalat yapıyor, Çin de kazandığı parayı ABD
tahvillerine yatırarak bu saadet zincirini finanse ediyor. İlerde ne olur
bilmem ama ABD şimdilik dünyadaki en büyük askeri ve siyasal güç.
'SURİYE TEK BAŞINA BİR
ÜLKE DEĞİL'
-
Pragmatik ABD dış politikasının çelişkilerinin başında ne gelir? Bu
pragmatizmin bize yansıması noktasında Başbakan Erdoğan'ın Mısır, Tunus ve
Libya gezisi bağlamında Türkiye'ye biçilen rolünü 'primadonna ballerina'
şeklinde değerlendiriyorsunuz.
- Genel ilkeler açısından bakıldığında ABD'nin dış politikası demokrasi ve
insan hakları üzerine kuruludur. Üstelik de bu dış politika Kongre'nin yani
siyasetin denetimi altındadır. Fakat kitapta da örneklerini verdiğim biçimde,
ABD 'ulusal çıkarlarını' korumak, enerji bölgelerini kontrol etmek ve dünya
üzerindeki stratejik gücüyle nüfuzunu arttırmak için ilke filan dinlemeden her
türlü ittifaka ve gizli kapaklı işlere girişiyor. Bunun sonunda da elleri kanlı
ve cepleri halktan yürüttükleri paralarla dolu diktatörlerle işbirliği başta
olmak kaydıyla, genel dış politika ilkelerine aykırı olan her eyleme ve önleme
'pragmatizm' açısından başvuruyor.
Benim korkum, GOP bölgesinde ve özellikle de Suriye krizinde, kendi yüklenmek
istemediği sorumlulukları Türkiye'ye yüklemesi ve sıcak savaş gibi seçenekleri
Türkiye üzerinden kullanmasıdır.
Bu işin bir yanı. Tehlikeli yanı. Bir de işin öbür yanı var: Türkiye'nin
Arap-İslam âlemi için bir model olarak kullanılması. İşte bu noktada bazı
belirsizlikler ortaya çıkıyor: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Mısır, Libya ve
Tunus'ta laiklik mesajları vermesi, Cumhurbaşkanı Gül'ün Tunus'ta bu bağlamda
yaptığı konuşma hiç kuşkusuz çok olumlu. Hem Türkiye'nin demokratik-laik
çizgideki rejimini sürdürmesi açısından hem de Arap-İslam âlemine, tek kurtuluş
yolları olan laikliği önerdikleri için.
Ama tam bu noktada bazı belirsizlikler ortaya çıkıyor: Birincisi samimiyet
sorunu. Yurtiçindeki referansları İslam olan bir partinin liderleri bu mesajlarında
ne kadar samimi? İkinci sorun bu ülkelerdeki en yaygın ve geniş güce sahip olan
Müslüman Kardeşler'in laikliğe kesinlikle karşı çıkmaları. Üçüncü sorun ise
ABD'nin bu laiklik konusunda Türkiye'nin arkasında durup durmayacağı.
Özet olarak şunu söyleyebilirim: Arap-İslam Âlemi'nin kurtuluşu ve gelişmesi
ancak demokratik-laik bir rejim çizgisinde gerçekleşebilir. Ama o bölgedeki
koşullar buna şu anda çok uygun değil. Acaba ABD yine pragmatizm açısından
genel ilkeleri terk ederek, İslamcı rejimlere, şeriata destek mi verecek? Yoksa
esas olarak o ülkelerin çağdaşlaşması için demokratik-laik rejimin gelişmesine
yönelik temel reformlara yönelmeyi mi özendirecek?
- Akdeniz'i bir Batı gölü haline getirilmesi yolunda ABD'nin önünde dikili 'son
kale' Suriye... İstikrarsız bir Suriye asla istemeyen politik satrancı ustaca
oynayan Çin ve Rusya boyutları... Aynı hissiyattaki İran boyutu... Suriye olayı
neden basit değildir? Irak ve Libya'dan en temel farkı nedir? Suriye'ye
Türkiye'nin müdahalesinin 'yan hasarları', 'ana hasar'dan neden daha fazladır?
- Suriye sorununun birinci özelliği, bölgedeki büyük dengelerin, özellikle de
İran nüfuzunun bir parçası olması. Bir başka deyişle, Suriye tek başına bir
ülke değil. Ayrıca Rusya ve Çin de var elbette.
İkinci özellik, Suriye'nin savunma sisteminin ve elindeki silahların
Libya'nınkilerden kat be kat fazla olması. Özellikle ABD'nin dikkate aldığı
önemli bir faktör bu askeri gücü.
Türkiye açısından üçüncü nokta ise, Suriye bölündüğü takdirde ortaya çıkacak
olan Sünni-Nusayri çatışması ve daha da önemlisi Kürt nüfusun durumu. Kuzey
Irak ile birleşecek bir Kürt bölgesi Ortadoğu'daki dengeleri altüst edebilir ve
Türkiye açısından beklenmedik sorunlar yaratır.
Ve dördünce bir nokta, mülteciler sorunu. Suriye'nin istikrarsızlaştırılması,
Türkiye'nin büyük bir mülteci dalgasıyla karşı karşıya kalmasına yol açacaktır.
Sıcak savaşın getireceği ölümleri, büyük kentlerimize yönelik füze tehditlerini
düşünmek bile istemiyorum.
Zaten bu kitabı da böyle maceralara atılmak yerine, Türkiye'nin İran, Rusya ve
Çin'le olan ilişkilerini de kullanarak barışçı bir çözüm aramasını teşvik etmek
için yazdım.
[email protected]
ABD'nin Siyasal İslamla Dansı/ Emre Kongar/ Remzi Kitabevi/ 224 s.