Kitaplar Sürekli Yazılar Kitap Söyleşileri |
Cumhuriyet Gazetesinde Yayınlanan Çin Seyahat NotlarıUYANAN EJDERHA: ÇİNProf. Emre KongarOcak 2007Çin efsanelerinde, yedi farklı hayvanın özelliklerini kendinde toplamış olan ejderha, gücün, kuvvetin, şansın ve mutluluğun simgesi. İmparatorun gücünü de simgeliyor. İmparatorun, ejderhanın oğlu olduğuna inanılıyor. Yeşim taşından yapılmış ejderhanın oğlu motifli bileziklerin insanı kötülüklerden koruduğuna inanılıyor. Onbeşinci yüzyılda inşa edilmiş olan Yasak Kent'i, imparatorun sarayını gezerken, eşim hemen bir tane bu bileziklerden alıp koluna takıyor. Çinliler, tarih ile ticareti, kültür ile alış verişi bütünleştirmeyi çok iyi becermişler. Her kültürel ve tarihsel alanda müthiş bir ticaret var. Yine imparatorun simgesi olan aslan heykelleriyle, ejderha
motifleri ve heykelleri her yerde.(Aslan ve Ejderha her yerde.
Meydanlarda, saraylarda, çatılarda.)
Şanghay'daki ünlü parkın binalarının çatıları, ejderhanın
kuyruğu biçiminde uzanıyor. Çin aslında dev bir ejderha. Nüfusu Türkiye'nin nüfusunun yaklaşık yirmi katı; 1,3 milyar tahmin ediliyor. Yüzölçümü Türkiye'ninkinin oniki katından fazla; 9 küsur milyon kilometrekare. Yani Anadolu Kaplanlarının ülkesinden yaklaşık oniki kat daha büyük ve yaklaşık yirmi kat daha kalabalık bir ejderha ülkeden söz ediyoruz.
|
Sonradan, pek çok Çinli'in özellikle de yabancılarla sürekli temas
etmeyi gerektiren işler yapanların, kendilerine birer Avrupalı isim
seçtiğini öğreniyoruz.
Bu arada kendisine Türk ismi seçenler olduğunu da hemen belirtmeliyim.
Bu isimlerin bir yararı da elektronik posta adreslerinde kolaylık sağlaması.
Örneğin Şanghay'daki mahalli rehberimiz kendisine Heidi ismini seçmiş.
Sian'daki (Xian yazılıyor) Turizm Geliştirme Bürosu'nun İş Hayatını Destekleme Bölümü Başkanı Zhang Qiang, Alfred adını almış.
Pekin'de Kültür Bakanlığı'nın Dış İlişkiler Bürosu'nun Türkiye'yi de kapsayan Batı Asya ve Kuzey Afrika Bölümü Müdür Yardımcısı Yu Jian ise kendine Yücel isimi yakıştırmış, bunu elektronik posta adresinde de jianyucel olarak kullanıyor.
Çinliler değişen ülke ve dünya koşullarına uyum sağlamakta çok hızlı ve başarılılar.
Bu nedenle, köylü-tarım nüfusundan, kenti-endüstriyel bir topluma dönüşmeleri, muazzam nüfuslarına ve büyük yüzölçümlerine karşın, çok zaman almayacak.
Son derece modern ve etkileyici Pekin havaalanında, Rachel ile birlikte bizi bekleyen minibüse biniyoruz.
Çince Mütercim-Tercümanlık Bölümü'nü kurmuş ve eğitime başlamış olan Okan Üniversitesi'nin Danışma Kurulu Üyesi Güven Terzioğlu ve eşi ile birlikte, dört kişilik heyetimiz, rehberimiz Rachel'in önerisini kabul ederek, otele bile gitmeden önce, ünlü Tiananmen Meydanı'nı ziyaret etmeyi istiyor.
Yol yorgunluğunu ve uçuş sersemliğini üzerimizden atamadan kendimizi
dünyanın en büyük medyanı Tiananmen'de buluyoruz.
(Rachel ve ben Tiannamen meydanında. Başkan Mao'nun resmi
bize bakıyor.)
Meydan 1989'daki öğrenci ayaklanmasıyla ve bu ayaklanmanın kanlı bir
biçimde bastırılmasıyla bütün dünyanın gündemine oturmuştu.
Havaalanından Tiananmen'e giderken hepimizin dikkatini komünist dönemin en belirgin özelliği olan geniş bulvarlar çekiyor.
Yeni Pekin bu bulvarlar üzerine inşa ediliyor.
Dikkatimizi çeken ikinci bir nokta yeni inşaatların çokluğu.
Hemen hemen her yerde yükselen yeni gökdelen inşaatları Pekin'i büyük bir şantiyeye çevirmiş.
Zaten genel görünüm olarak Pekin'in büyük bir Avrupa hatta bir Amerikan kentinden pek farkı yok.
Hiç kuşkusuz bir dünya metropolü.
2008 olimpiyatlarının bu kentte yapılacak olması, büyümeye yeni bir ivme kazandırmış.
Pek çok spor tesisiyle birlikte, ikinci bir havaalanı inşası da başlamış.
Olimpiyatlar konusunda tanıtım etkinlikleri şimdiden başlamış.
Öyküsünü ilerde anlatacağım Pekin'deki resmi öğlen yemeğinden sonra ev sahibimiz Wang Yansheng bize Pekin Olimpiyatları'nın simgesi olan bebekleri armağan ediyor.
Beibei, Jingjing, Huanhuan, Yingying,
Nini adlarını taşıyan bu beş sevimli bebeğin isimleri yukarıdaki
sırayla okunduğu zaman Çince'de "Olimpiyatlara hoş geldiniz"
anlamı çıkıyor.(Pekin olimpiyatlarının simgeleri
sevimli bebekler adlarıyla Çince, size hoş geldiniz diyor)
Efsanevi Tiannamen meydanında müze binasının duvarını kaplayan koskoca bir Mao resmi karşılıyor bizi.
Etrafımız derhal seyyar satıcılar, dilenciler ve hatta yerli Çinli turistler tarafından sarılıyor.
Dilenciler ve seyyar satıcılar yapışkan, yerli Çinli turistler saygılı ve mesafeli.
Satıcılar dört mal pazarlıyor:
Mao'nun özdeyişlerinden ve düşüncelerinden oluşan ünlü Kırmızı Kitap.
Her marka taklit saat.
Üzerinde Pekin 2008 yazan (tabii Beijing 2008 yazıyor aslında) olimpiyat şapkaları.
Tiananmen Meydanı ve öteki turistik yerlerin fotoğrafları.
Böylece olimpiyatların Çin ekonomisine etkisinin tüketiciye yansıyan somut örneği ile daha otele gitmeden Tiananmen Meydanında karşılaşıyoruz; her türlü olimpiyat ürünleri Çin pazarının canlanmasına ve genişlemesine katkıda bulunuyor.
Eşim Bilgi ve ben yakıcı öğleden sonra güneşinden korunmak için hemen birer olimpiyat şapkası satın alıyoruz; tanesi bir dolar.
Yine tanesi bir dolardan fotoğraf albümü alıyoruz Tiananmen'i gösteren.
Seyyar satıcılar dolar kabul ediyor.
Tabii dilenciler de.
Ama dolar her yerde geçmiyor.
Bazı mağazalar doları önce yuanla değiştirip sonra hesap yapıyor, bazıları doğrudan dolar alıyor.
Bir dolar sekiz yuan.
Ama bazı yerlerde yedibuçuk yuandan değiştiriyorlar.
Biz bir yandan dolaşıp bir yandan da fotoğraf çektirirken, Çinli yerli turistlerin Rachel'e yaklaşıp beni göstererek bir şeyler söylediklerini fark ediyorum.
Ne dediklerini sorunca, benimle fotoğraf çektirmek istediklerini öğreniyorum.
Ben bütün resmi seyahatlerimde olduğu gibi lacivert takım elbise, yelek ve kırmızı fular ile televizyondaki izleyicilerin kanıksadığı görüntüme uygun bir kıyafet içindeyim.
Biraz şaşırıyorum ama tabii izin veriyorum ve Çinli yerli turistlerle bol bol resim çektiriyoruz.
Bilgi, Güven ve Zübeyde, "Türkiye'deki ünün buralara da ulaşmış" diye bana takılıyorlar.
Ertesi gün aynı olay Çin Seddi'nde başıma geliyor.
Çin Seddi'ni ziyaret eden kızlı erkekli gruplar benimle fotoğraf çektirmek istiyorlar.
Çinlilerle sarmaş dolaş, gülümseyerek resimler çektiriyorum.
Derken Sian'da alışveriş yaparken Çinlilerin uzaktan yine fotoğrafımı çektiklerini fark ediyoruz.
Bilgi "Eski dönemde olsa peşimize polis taktıklarını sanırdım" diye saka yapıyor.
O gece onurumuza resmi bir yemek veren Sian Kenti Qujiang Bölgesi Yönetim Komitesi Başkanı Yang Dong'a bu olayı anlatıp nasıl yorumladığını sorduğumda ilginç bir yanıt veriyor:
"Çin dışa açılıyor. Farklı ve yabancı kültürleri tanımak istiyor. Sizin karşılaştığınız Çinliler zaten iç turizme meraklı, dışa açılmak isteyenler. Sizi yabancı bir kültürün simgesi olarak gördükleri için, böyle bir deneyimi, yabancı kültür ile tanıştıklarını belgelemek amacıyla, bir yaşam deneyimi ve zenginliği olarak fotoğraf çektirmek istemişlerdir" diyor.
Uzun sözün kısası, siz bu satırları okurken, benim fotoğraflarım pek çok Çinli ailenin albümlerini veya duvarlarını süslemiş durumda; Çinli dostlarımızdan çok, benim için ilginç bir deneyim.
Tiananmen Meydanı'nda bize tepeden bakan Mao, halk arasında tüm saygınlığını sürdürüyor.
"Mao bizim kurucu Başkanımız" diyorlar ve büyük saygı gösteriyorlar.
Entelektüeller arasında Mao konusundaki fikir ayrılığı hemen dikkati çekiyor.
Bir bölümü açık açık, artık Mao'nun ve onunu dönemindeki ideolojinin bütünüyle aşıldığını, zaten o dönemde pek çok da hata yapılmış olduğunu söylüyor.
Kendilerini Maocu diye tanımlayan ve Kültür Devrimine katılmış olanlar ise bugünkü Çin'i Mao'nun kurmuş olduğunu, yönetimin hâlâ onun düşüncelerinden esinlendiğini belirtiyor.
Fakat en şiddetli Mao taraftarları bile, onun eninde sonunda bir köylünün oğlu olduğunu, dolayısıyla vizyonunun sınırlı kaldığını söylüyor.
Tabii bütün bu tartışmaların arka planında Çin'i bugün Komünist Parti'nin yönettiği, bütün yöneticilerin parti üyesi olduğu ve "denetimli özel girişim ve özgürlük" ideolojisinin parti tarafından belirlendiği gerçeği yatıyor.
1,3 milyar köylü kökenli insanı bir toplumsal proje çerçevesinde dönüştürmek ve bunun ideolojisini de herkesi kucaklayacak ve "Küreselleşen dünyaya uyum sağlayacak" bir biçimde oluşturmak inanılmaz derecede zor bir iş.
Ama Çin Komünist Partisi bunu becerecek gibi görünüyor.
Kiminle konuşsam, geleceğe umutla bakıyor.
Çin yönetimi, halktaki en önemli "dönüşümcü ögeyi", umudu iyi keşfetmiş ve iyi yönetiyor.
Daha sonra bu konuya yine döneceğim.
İmparatorun kışlık sarayı Tiananmen Meydanı'nın hemen
arkasında: Yasak Kent.(Aslanların biri erkek biri dişi.
Erkeğin ayağının altında dünyayı simgeleyen bir top, dişinin ayağının
altında bir bebek.)
İmparatorun Sarayı, her biri tek bir ağacın gövdesinden
yapılmış olan kalın ahşap sütunlar üzerine kurulu gölgeliklerle
çevrili.
İşçiler önce ağaçları keserler, sonra da yağmur yağsın da oluşan sellerle
bu kocaman gövdeleri nakletsinler diye beklerlermiş.
(Her biri bir ağaç gövdesi olan direkler. Ancak sel suyu
ile nakledilebilecek kadar büyük.)
İlginç bir nakletme yöntemi: Tümüyle doğal.
Sarayda dikkati çeken ön önemli özelliklerden biri de kocaman su kazanları.
Bu kazanların ikisi som altın.(İçinde su toplanan
kazanlar. Efsanenin başlangıcı)
Birkaç tane bronz var.
Geri kalanları bakır.
Kuraklığa karşı İmparatorun aldığı bir önlem.
Tabii bu kocaman kazanları görünce hemen aklıma eski bir Çin efsanesi geliyor:
Müneccimleri İmparatora yedi gün yedi gece sağanak yağmur yağacağını, suların her tarafı kaplayacağını ve büyük bir tufan olacağını, bu yağmur suyundan içen herkesin aklını kaçıracağını söyler.
İmparator bunun üzerine büyük su kazanları yaptırır ve içlerini suyla doldurur.
Tufandan sonra, sarayda yaşayanlar sadece bu sudan içer.
Halkı ise artık bütünüyle tufandan sonraki suyu içtiği için aklını kaçırmıştır.
Bir süre sonra, saraydaki sular azalmaya başlar ve İmparator kendisinden başka kimsenin depolanan sudan içmesine izin vermez.
İmparatorun çevresindekiler de çıldırır.
Halkı ve bütün adamları çıldırmış olan İmparator, sonunda herkesin deli olduğu bir dünyada tek akıllı kalmaya dayanamaz, "Getirin şu sudan bir bardak da ben içeyim" der.
Ve rivayet edilir ki o günden sonra bütün dünya çıldırmıştır ama herkes deli olduğu için kimse bunun farkında değildir.
Bence Çinlilerin espri anlayışını yansıtan bir efsane bu.
İmparatorun sarayında dikkatimi çeken bir başka ayrıntı, merasim salonunun, İmparatorun, İmparatoriçenin doğum günü kutlamaları ve sınav kazanan memurlara verilen ödüllerin törenleri için kullanıldığının anlatılmasıydı.
"Sınav kazanan memurlar" tanımlaması bana Çin sarayında da Osmanlının Enderun'u gibi bir eğitim sürecinin olduğunu düşündürdü.
Galiba "Mandarinlerin" eğitimi ile bizim Enderun'da yapılan eğitim, bir İmparatorluğun gerek duyduğu kadroların hazırlanması bakımından bir benzerlik taşıyor.
Pekin ve Şanghay tam birer dünya kenti.
Bol yıldızlı her türlü lüks oteller her yerde göze çarpıyor.
Pekin'de Yasak Kente ve Tiananmen Meydanı'na çok yakın olan Tianlun Songhe Hotel'de kalıyoruz.
Mükemmel bir otel.
Tek eksiği odalarda saç kurutma makinesi olmaması.
Buna karşılık Batı'daki veya Türkiye'deki lüks otellerden hiçbir farkı yok; oda kapılarının kilitleri elektronik kartla açılıp kapanıyor; odada her türlü banyo malzemesi ve banyoda küvet var.
Sabah kahvaltısı açık büfe; her türlü meyve, gevrek, ekmek, hem Batı yemekleri hem Çin mutfağı var, ayrıca istediğiniz gibi bir omlet de pişirtebiliyorsunuz.
Her çeşit çay var tabii, özellikle yasemin kokulu yeşil çayları enfes.
Sian'da kaldığımız otel ise adeta bir cennet.
İçinde çiçekler, havuzlar olan, etrafta bembeyaz kazların dolaştığı
bir parkın üzerine kurulu. (Sian'daki otelde bahçede
bembeyaz kazlar.)
Zaten adı da "Bahçe Otel" anlamına gelen Garden Hotel.
Tam konforlu, geniş odalar; üstelik bu kez odalarda saç kurutma makinesi de var.
Kahvaltı yine açık büfe, yine çok zengin ve olağanüstü.
Gerek Pekin'de gerekse Sian'da, odalarımıza birer tabak meyve de yollanmış olduğunu eklemeliyim; tam bir "kırmızı halı muamelesi" gördük bu iki kentte.
Şimdi diyeceksiniz ki, "Kültürel farklılık nerede?"
Kültürel farklılık Şanghay'da ortaya çıktı:
Shanghai Centralstar Hotel, Şanghay'daki rehberimizin söylediğine göre bir yıl evvel yapılmış, yeni açılmış bir lüks otel(miş).
"Miş" diyorum, çünkü sadece banyodaki el yıkanan lavabo değil,
tuvalet bile tıkandı tam otelden ayrılırken, az kalsın etrafı pislik
basacaktı, eğer eşimin sifonu bir kez daha çekmesini engellemeseydim!
Kahvaltı tam bir yoksulluk örneği; sadece içine süt katılmış bir
kahve,
sallamalı çay, tek tip ekmek ve birkaç Çin yemeği.
Allahtan karpuz ve üzüm vardı da tam anlamıyla aç kalmadık.
İşin daha hoş tarafı, akşam dönüş için uçağa bineceğimizden,
sabahtan
odalarımızı boşalttığımız için, bavulları almak üzere otele
döndüğümüzde lobide tuvalet aradığımda başıma gelenler:
İşaretlere göre resepsiyonun arkasında olması gereken tuvalete
gittim
ki kapı kilitli.
Resepsiyondaki görevliye tuvaleti sorunca, "Kapalı" dedi.
"Biliyorum" dedim, "Başka bir tuvalet nerede?"
Gayet soğukkanlı bir biçimde yüzüme bakıp "Odanıza çıkın" diye yanıt
verdi.
Sabahleyin odadan ayrıldığımızı söyledim.
Cevap gayet kesindi: "O zaman tuvalet
yok!"
Tabii tahmin edeceğiniz gibi sesimi yükselterek bunun bir skandal
olduğunu belirtmeye başladım.
"Müdür nerede?" diye ısrar
edince, bir sürü koşuşturma ve aralarında
yüksek sesle tartışmalar başladı.
Sonunda, yanıma birini verdiler ve asansörle hemen üçüncü kattaki
barın
karşısındaki tuvalete yolladılar.
Barı bilsem, zaten orada tuvalet olduğunu ben de tahmin edebilirdim.
Ama burada anlatmak istediğim bu "lüks ve modern!" otelin
resepsiyonunda çalışan ikisi erkek biri kız üç kişinin, lobideki
tuvalet kapalı olunca, yukarıdaki tuvaleti söylemeyi akıl edememeleri.
Sanıyorum, hizmet sektöründeki kültür farkı burada ortaya çıkıyor.
Hemen aklıma bir zamanlar bizim Bodrum ve Antalya'daki otellerde
garson
olarak çalıştırılan köylü çocukların acemilikleri geldi.
Biz yetmiş milyon ile endüstrileşmeye, kentlileşmeye çalışıyoruz.
Çin köylülükten kentliğe geçiş için 1,3 milyar insanla uğraşacak.
Hiç kuşkusuz bu nüfusun bir bölümü
bütünüyle çağdaşlaşmış,
kentlileşmiş, üretim sektöründe de, hizmet sektöründe de Batılı
standartlar yakalanmış.
Ama o "bir bölümün" dışında
kalan köylü nüfusun eğitimi, kültürel ve
toplumsal dönüşümü Çin'in önünde devasa bir sorun olarak duruyor.
Bu kültür farkını, ilerde de anlatacağım gibi Şanghay'da çok daha
belirgin olarak yaşadık.
Çin'deki ilk akşam yemeğimiz için Rachel
bizi Pekin'deki nehrin
kıyısında bir sokağa götürüyor.
Su, nehir gibi görünüyor ama aslında yapay bir kanal.
Ortalık insan kaynıyor.
Aslında bir kenarı su olan, bir kenarı barlarla dolu daracık bir
sokak
bu.
Suyun kenarına da masalar konduğu için, sokak iyice daralmış.
Yan yana sayısız bar, restoran ve aralarına sıkışmış küçük,
hediyelik
eşya satan dükkanlar var.
Sokağın girişinde saat satıcıları ve dilenciler yolu kapatmış.
Bunların arasında sıyrılıp nehir boyu yürümeğe başlıyoruz.
Hemen hemen bütün barlarda canlı müzik var; kiminde Çinli, kiminde
Avrupalı veya Amerikalı sanatçılar en az üç, bazen beş kişilik
orkestralarla canlı müzik yapıyor.
Sokak çok kalabalık ve gürültülü ama, ilginçtir, hiçbir barın müziği
yanındaki rahatsız etmiyor; belki de sokak zaten çok gürültülü de
ondan.
Sokaktakiler genellikle gençler. Rachel,
buranın gençlerin en gözde
mekanlarından biri olduğunu söylüyor.(Çin mutfağı her damağaı
uygun: İşte bir mevye tabağı.)
Sokağın sonuna doğru bir lokantanın ikinci katına çıkıyoruz.
Bize özgü bir oda hazırlanmış; beş kişilik de bir masa.
Sonradan Çin'deki pek çok lokantada böyle pek çok özel oda olduğunu
gözlemledim.
Anlaşılan Çinlilerin yemek kültüründe daha doğrusu lokanta
kültüründe
baş başa yenen özel yemeklerin ağırlığı fazla.
Lokantanın sahibi bir yazarmış.
Bütün duvarlar kitaplıklarla kaplı.
Kitaplar ise daha çok sanat kitapları, örneğin tam benim oturduğum
yerin arkasındaki kitabın kapağından Leonardo'nun
ünlü Mona Lisa'sı
hepimize gülümseyerek bakıyor.
Daha sonra Mona Lisa'yı Şanghay'daki nehir gezisinde bir
binanın
cephesini kaplayan ışıklı resim olarak da görecektim.
Sokaktan çıkışta yine seyyar satıcıların hücumuna uğruyoruz.
İki adımda bir, birileri yandan veya arkadan omzumu sıkıştırıyor.
Dönüp baktığımda bana masaj önerdiklerini anlıyorum.
Ne tür bir masaj olduğunu veya nereye götürmek istediklerini
anlamıyorum, "No, no" diyerek
aralarından sıyrılıyorum; ama bu
satırları yazarken bile hâlâ merak içinde olduğumu itiraf etmeliyim.
Türkiye'den yola çıkarken dostlar sıkı sıkı uyarmışlardı: "Aman
yanınıza buradan bol bol kuru yiyecek alın, sonra orada aç kalırsınız"
diye.
Bilgi de, galetalar, kekler,
bisküvilerle dolu kocaman bir yiyecek
torbası hazırlamıştı.
Sonucu hemen söyleyeyim:
Torba hiç açılmadı.
Oralarda bize tahsis edilen araçlardan birinin şoförüne, olduğu gibi
armağan edildi.
Rehberimiz Rachel, öteki
kentlerde kendisine katılan yerel rehberlerle
birlikte bizi her yerde en ünlü en güzel lokantalara götürdü.
Büyük bir dikkatle ilk gece Pekin'de
nehir boyunda gittiğimiz lokantada
yemek tercihlerimizi öğrendi ve bütün seyahat boyunca bu tercihlere
uygun yemekler ısmarlayarak hepimizi tatmin etti.
Hepimizi aynı anda tatmin etmenin çok kolay bir iş olduğunu
sanmayın.(Tipik bir yemek masası.)
Dört kişilik küçük grubumuz birbirinin zıddı tercihlere sahipti.
Ben mide ve kolon sıkıntılarımdan dolayı ağzıma acı koyamam ve içki
içemem.
Güven acısız yemek yemez,
hatta çok acılı yemeklerin üzerine bile daha
acı sos ister, üstelik birasız yemeğe yemek demez.
Bilgi ile Zübeyde ise geleneksel Türk
yemeklerinin dışındaki tercihlere
kapalıdırlar.
Bilgi de içki içemez.
Rachel uzun uzun
tercihlerimizi, neleri isteyip neleri istemediğimizi
sorup öğreniyor.
Sonuç olarak domuz eti ile birlikte, yılan, kurbağa, kaplumbağa ve
diğer hayvanların etlerini istemediğimizi öğreniyor ve biraz üzülüyor,
çünkü gittiğimiz lokantanın menüsünün üzerindeki fotoğraftan, özellikle
kaplumbağa eti konusunda çok iddialı bir mutfakları olduğu belli
oluyor.
Balıktan bile biraz korkuyoruz.
Ama karidesleri enfes; tabii çok acılı, ben hiç yiyemiyorum.
Koyun, sığır ve tavuk eti, pilav ve erişte (noodle) dedikleri
makarna
imdadımıza yetişiyor.
Bu arada envai çeşit ot, çorba, özellikle mantar, bir çeşit mantı
olan
dumpling, sofralarımızdan hiç
eksik olmuyor.
Bildiğimiz düpedüz ekmeği bile öyle bir sosla o kadar güzel
hazırlayıp
pişiriyorlar ki, bulunca, Türkiye'de hiç ekmek yemeyen ben karnımı sırf
ekmekle bile doyuruyorum.
Yemeklerde soya ve başka çeşitli soslar kullanıyorlar.
Gerçekten çok lezzetli oluyor.
Çinliler bu büyük nüfusun beslenme sorununu çözmek için börtü,
bocek,
bitki, hayvan, hemen hemen her şeyden yemek yapmayı öğrenmişler.
Şanghay sokaklarında açık
tezgahlarda tavada kızartılan çekirgeler
halkın sıcak sıcak yediği en önemli çerez.
Tabii kimi sokaklardaki koku insanı gerçekten bunaltıyor.
Bir Çinli arkadaşımız Çin'in bir özel bölgesinde insanların canlı
canlı
beyaz fare bile yediklerini anlatıyor; kendisi de iğrenerek.
Bunun o bölge halkı için bir gelenek olduğunu, ama kendisinin bu
geleneği asla onaylamadığını ekliyor.
Her türlü bitkinin özellikle mantarın her çişidini her biçimde
pişiriyorlar.
Çorba sofralarının vazgeçilmez bir ögesi.
Mantar, erişte ve sebze çorbaları gerçekten enfes.
Sürekli mide ve kolon ağrısı çeken ben bile yemeklerden hiç rahatsız
olmuyorum, tam tersine ağrım sızım kalmıyor.
Her türlü yerel ve ithal içki var.
Güven bir keresinde biranın
rengini kastederek, açık anlamına gelen
"light" diyor, karşılığında
alkolsüz bira geliyor ve çok gülüyoruz.
Ama herkes hayatından çok memnun, karınlarımız her seferinde iyice
doyuyor, hem de ne yediğimizi bize iyice uzun uzun anlatan Rachel'in
sayesinde gönlümüz rahat.
Yemekler her yerde, döner bir cam tablanın üzerine tabaklar veya
tencereleriçinde konuyor.
Herkesin önünde bir tabak, bir kase, bir çift çubuk ve özel tür
küçük
bir porselen kaşık.
Lokantalarda isteyene çatal getiriyorlar.
Bilgi ve ben çubuklarla
yemek yemeği biliyor ve bundan zevk alıyoruz.
Güven'le Zübeyde çatal kullanıyor.
Çorbalar kasede, porselen küçük kaşıkla içiliyor.
Dönen cam masa üzerindeki yemeklerden herkes istediği kadar alıyor.
Her öğünde hiç abartmadan söylüyorum en az on-oniki çeşit yemek
oluyor.
Tatlı ile başları hoş değil.
Hem tatlı çeşitleri az, hem de tatlıların kaliteleri düşük.
Şanghay'daki rehberimiz Heidi, bunu, "Çin erkekleri pek tatlı yemez,
tatlı yemeği kadınsı bir davranış sayarlar" diyerek açıklıyor.
Her türlü meyve suyu var, taze taze sıkıp getiriyorlar.
Ben armut suyunu keşfediyorum; inanılmaz bir nefasette.
Tabii çay, özellikle yasemin kokulu yeşil çay, her yemeğin
vazgeçilmez
içkisi.
Her lokantada hemen benim yeşil çay tutkumu fark eden garsonlar çay
fincanımı hiç boş bırakmıyor, zaten boş kaldığında da Rachel hemen
olanları uyarıyor.
Belki de mide ve kolon ağrılarımın azalmasının nedeni bu; sürekli
içilen yeşil çay.
Programımızı yapanlar Xian'da
bir öğlen yemeğini dumpling
dedikleri
"Çin mantısı ziyafeti" olarak
planlamışlar.
Çok da iyi etmişler.
Bizim klasik mantının ne biçimler aldığını ve nelerle pişirildiğini
görünce, Çinlilerin yemek konusunda yaratıcılıklarının sınırı
olmadığını anlıyoruz.
İçinde tavuk eti, sığır eti, koyun eti, kıyma olan mantılar, ördek
etli, mantarlı mantılar, her türlü farklı sebzelerden yapılmış
mantılar, kuru yemişli mantılar, balıklı, karidesli mantılar ve en
sonunda da mantı çorbası.
Yirmiden fazla mantı çeşidi tadıyoruz.
Mantılar mutfakta, taze taze o sırada hazırlanıyor, örgü saz
sepetler
içinde sıcak sıcak, suları akarak getiriliyor ve servise konuyor. (Ördek ve
ceviz mantıları. Her mantı içideki malzemenin renginde,
biçiminde ve tabii lezzetinde.)
İlginç olan nokta mantıların biçimleri:
Ördekli mantı ördek biçiminde, cevizli mantı ceviz renginde ve ceviz
biçiminde...
Hepsi tek tek elle yapılmış...
İnsan olayın sanatsal tarafına mı baksın, ağız tadının keyfini mi
sürsün şaşırıyor.
Çin kültürünün derinliğine bir kez daha hayran oluyoruz.
Çin'de her yerde pazarlık yapılmıyor.
Genellikle pazarlık yapılıp yapılmayacağı, malların üzerinde etiket
olup olmaması ile yakından bağlantılı.
Etiket varsa pazarlık yok,
etiket yoksa pazarlık var.
Etiketli malların satıldığı dükkan veya büyük mağazalardaki
deneyimlerimi biraz sonraya bırakıp şimdi sokak veya küçük dükkan
pazarlığını anlatmak istiyorum, çünkü bu pazarlık gerçek bir tiyatro
biçiminde gelişiyor.
Sokak satıcıları size önce bir mal gösteriyor, veya siz bir dükkanda
bir mal beğeniyorsunuz.
Arkadan bilinen soru: İngilizce "Kaça"
anlamına gelen "How much?"
Aslında pek çok satıcı İngilizce bilmediğinden, "How much" diyeceğinize
"Kaç para" veya "Kaça" da deseniz malın fiyatını
sorduğunuzu anlayacak
ve yanıt verecek ama, nedense herkes İngilizce soruyor.
Her neyse, sorunuzdan sonra tiyatro şöyle gelişiyor:
Satıcı çok nadiren size İngilizce doğru yanıt veriyor, genellikle
yaptığı, elindeki hesap makinesine
fiyatı yazıp size gösteriyor.
Siz bu fiyata, başınızı iki yana sallayıp "No, no" diye yanıt
veriyorsunuz.
İsterseniz buna Türkçe veya İngilizce "Çok pahalı" diye bir cümle de
ekleyebilirsiniz: satıcı belki sözcükleri bilmiyor ama ne demek
istediğinizi gayet iyi anlıyor.
Sizin bu yanıtınız üzerine, elinizden hesap makinesini alıyor ve
sıfırlayıp tekrar size uzatıyor.
Bana bu ilk kez yapıldığında satıcının ne demek istediğini tam
anlayamadan garip garip adamın
yüzüne baktım.
Elleriyle işaret edip, benim de bir fiyat
yazmamı istediğini belirtti.
Geri zekalılığımdan utanıp ben de önerdiği fiyatın onda birini yazıp
makineyi geri verdim.
Makineye baktı ve o da abartılı bir biçimde "No, no" diyerek yeni bir
fiyat yazıp bana uzattı.
Yazdığı fiyat eski fiyata çok yakın bir sayı.
Sizin bu durumda iki hatta üç seçeneğiniz var.
Eski fiyatınızı aynıyla yazabilirsiniz, siz de biraz yüksek bir sayı
önerebilirsiniz veya "No, no"
deyip yürüyebilirsiniz.
Her üç seçenekte de satıcının pazarlığı devam ettireceğinden emin
olabilirsiniz.
İster eski fiyatınızda ısrar edin, isterseniz yeni bir fiyat yazıp
makineyi iade edin, satıcı yine küçük bir indirim yapıp size yeni bir
öneride bulunuyor ve bu süreç böyle devam ediyor.
Pazarlığı sonlandırmak, eğer fiyatı kabul etmiyorsanız çok zor,
çünkü
siz makineyi bırakıp yürüseniz bile satıcı peşinizi bırakmıyor. (Tipik bir çarşı
caddesi. Starbucks coffee her yerde. Amerikan
kültürü çarşı pazara da egemen oluyor.)
Yeterince kararlı iseniz, sonunda malı istediğiniz fiyata
alabiliyorsunuz.
Ama gösterilen fiyatın onda birini önermeye utandığınız veya
verdiğiniz
fiyatın düşüklüğünde utanarak onu yükselttiğiniz zaman mutlaka
aldanıyorsunuz.
Tabii ilk önerdiğiniz fiyat, size gösterilenin dörtte biri ise,
kazığı
daha başta yediniz demektir.
Ben bu pazarlık olayını Sian'da
çok iyi İngilizce bilen bir genç kızın
yönettiği dükkanda sözlü olarak
da yaşadım.
Dört kişi birden girdiğimiz dükkanda pek çok hediyelik eşya, saat,
inci, heykel ve benzeri mallar vardı.
Hepimiz bir şeyler almak için pazarlık ettiğimizden ve dükkanda da
başka kimse olmadığından kız bizimle çok ilgilendi.
Sian'a Pekin'den sonra gittiğimizden ve Pekin'de yediğimiz kazıklardan
dolayı biraz akıllanmış olduğumuzdan, pazarlıklar kıran kırana ve çok
heyecanlı geçiyordu.
İngilizce bilmeyenlerle yapılan makineli pazarlık burada sözlü düelloya
dönmüştü.
Kızla bir kol saati pazarlığının dördüncü veya beşinci raundunda ben
yine ilk verdiğim fiyatta ısrar edince kız bıkmış ve sıkılmış bir
biçimde durdu ve bana "Biliyor musunuz
siz nesiniz" dedi.
Ben içimden, "Tamam" dedim, "Şimdi pazarlığın baskı yapma ve utandırma
aşaması başladı, bana 'Siz çok
cimrisiniz' veya 'Çok
anlayışsızsınız'
diyecek".
Ama hiç de öyle olmadı.
Kız durdu, yutkundu, umutsuzluğunu ifade eden bir biçimde derin bir
nefes aldı ve bana "Siz çok çok
akıllı, çok bilge ve çok yakışıklı bir
insansınız" dedi.
Bu iltifat üzerine, benim de fiyat önerimi biraz yükselttiğimi ama
sonuç olarak saati onun önerdiği değil benim önerdiğim fiyata yakın bir
bedele aldığımı söylemeye bilmem lüzum var mı?
Çinliler ilginç insanlar, kızdıklarını pek belli etmiyorlar.
Belki de kızmıyorlar.
Ama zaten kavga eder gibi, tek heceli keskin veya gırtlaktan gelen
boğuk sesler çıkararak konuştukları için, ya da bizim kulağımıza öyle
geldiğinden, duygularını pek anlayamıyorsunuz.
Saat pazarlığı öyküsünü bitirirken hemen hemen bütün ünlü markaların
taklitlerinin satıldığını, piyasada en çok Omega ve Rolex olduğunu
belirtmeliyim.
Ben taklit saat almaktansa, Çin markalı, gerçek ve çok ucuz (tanesi
üç
dolara) bir iki çok orijinal saati tercih ettim.
Kadranlarında her türlü gösterge var ama göstergelerin hiç biri
çalışmıyor hepsi süs, saatlerin kendileri ise tıkır tıkır, hiç şaşmadan
işliyor.
Tabii bunları bulmanız kolay değil, sokak satıcıları sadece taklit
saat
satıyor çünkü.
Çin saatlerini Şanghay'da,
nehir gezisi yapacağımız gemiyi beklerken,
oradaki iskelede yiyecek, içecek ve hediyelik eşya satan küçücük kiosk
tipi bir tezgah-dükkandan aldım.
Tabii yine büyük pazarlıklarla; etiketsiz mallarda, pazarlık
seremonisinden kaçınmanızın olanağı yok.
Ama inanın, insan bir süre sonra alışıyor ve hatta zevk almaya
başlıyor. (Galiba ortamın bireyi yozlaştırması bu demek olsa gerek.)
Hemen belirtmek gerek, Çinliler üstün taklit teknolojilerini kendi
orijinal saatlerini üretmek için de kullanıyorlar.
Örneğin Şanghay'ın simgesi
olan, Doğu'nun İncisi denilen
ünlü
televizyon kulesinin
tepesindeki hediyelik eşya dükkanından, bir kutu
içinde, bir kadın ve bir erkek saatini, yanlarında bir dolma kalem ve
bir tükenmezle birlikte dörtlü takım olarak otuz dolara alıyoruz
(Mallar etiketli ve pazarlık yok):
Saatler özel olarak bu kule için üretilmiş ve kadranlarında marka
ile
birlikte televizyon kulesini simgeleyen bir çizim var.
Pazarlık bahsini kapatırken, sonuç olarak bu sürecin yani pazarlık
tiyatrosunun alıcılarda mutlaka bir "aldanmışlık"
duygusu yarattığını
belirtmeliyim.
Sokak satıcılarından söz ederken, her üç kentte de dikkatimizi çeken
bir başka noktayı belirtmek gerek:
Dilenciler.
Pekin'de de Sian'da da, Şanghay'da da sokaklar dilenci
kaynıyor.
En çok Şanghay'da var ve en
yapışkanları da bunlar.
Sakat olanı, olmayanı, tekerlekli sandalye veya bastonla dolaşanı,
eli
ayağı tutanı, kadını, erkeği, bir yapıştı mı kurtulmanız çok zor
oluyor.
Peşimizde dolaşan dilencilerden sıkılan Güven, hayatı boyu verdiği
sadakaların toplamından daha fazla parayı Çinli dilencilere kaptırdı.
Turistlerin en çok rağbet ettikleri yerler tahmin edebileceğiniz
gibi
ipek, kaşmir ve inci dükkanları.
Bu üç mal da Çin'de hem çok kaliteli hem çok ucuz.
Üstelik ipek ve kaşmir dükkanlarında mallar etiketli, pazarlık yok.
Devletin sahip olduğu bu mağazalardan gönül rahatlığı ile alış veriş
yapıyorsunuz.
İnci ve yeşim dükkanları ise
yine devletin mülkiyetinde olmakla
birlikte, malların üzerinde etiket yok.
Kıran kırana pazarlık var.
Yalnız kalite konusunda yalan söylemiyorlar.
Deniz incisi ile tatlı su incisini ayrı ayrı satıyorlar.
Deniz incisi tatlı su incisinden çok daha pahalı.
Kalitede aldatmıyorlar ama pazarlık etmezseniz, fiyatta müthiş bir
kazık sizi bekliyor.
Sıkı bir pazarlıkla size önerilen fiyatı üçte birine ya da dörtte
birine indirme olanağınız oluyor; tabii hiçbir zaman içiniz rahat
değil, ne kadar indirim sağlarmış olursanız olun, sürekli olarak "Acaba
ne kadar aldandım" diye düşünüyorsunuz.
Rachel, okullarda pazarlık
etmenin kötülüklerini öğrettiklerini, benim
yukarda belirttiğim duygunun turistleri çok rahatsız ettiğinin altının
özellikle çizildiğini belirtiyor.
Bakalım Çin'in eğitim yoluyla geleneksel yanlışlardan kurtulmaları
ne
kadar sürecek?
Benim bu bölümde asıl anlatmak istediğim ipek, kaşmir, inci ve yeşim
dükkanlarında müşteriler için özel olarak hazırlanmış kültür ve tanıtım
programları.
Bu dört malın satıldığı dükkanlara girdiğinizde size ilk olarak hem
hammadde hem de üretim konusunda canlı örneklerle bir gösteri
sunuyorlar.
Örneğin ipek dükkanlarında, ipek böceği'nin koza örmesinden kelebek
olmasına kadar geçen süre ve süreç fotoğraflarla anlatılıyor. (Bizim hanımlar
Çinlilerle birlikte yorgan yapmak üzere ikiz koza
ipeğini esnetiyorlar.)
Daha sonra kozalardan ipek ipliğin yapılmasını, canlı olarak üretim
sürecini izlemek suretiyle öğreniyorsunuz.
Kozalar, ipliğe nasıl dönüşüyor?
Bana en ilginç gelen yöntem, kozanın ipliğini çözmek için ilk ucun
nasıl bulunduğu idi.
Öyle ya, birbirine sıkı sıkıya bağlı ve yapışık olan ipliklerden
örülmüş olan kozayı neresinden çözmeye başlayacaksınız?
Bütün kozaları önce sıcak sonra soğuk suyun içine atıyorlar, bir
sopa
ile iyice karıştırıyor, sonra sopayı aralarına sokup havaya kaldırınca,
bütün kozalar, iplik uçları açılmış ve birbirine yapışmış olarak salkım
halinde görülüyor.
Anlaşılan, suyun içinde karıştırılınca, her bir kozanın ipliğinin
başlangıç yeri serbest kalıyor ve girip öteki kozanın üzerine
yapışıyor; böylece kozalar ipliklerin başlangıç noktalarından birbirine
eklenmiş olarak sopanın ucunda sallanıyor.
Bu ipliklerin işlenecek ipek ipliği haline gelmesi ise tezgahlarda
yapılıyor.
İpek ipliği, sekiz kozanın birlikte çözülmesi ve iplik haline
getirilmesi ile üretiliyor.
Bu normal ipek kumaşlar için.
Bizim "Brokar" dediğimiz
ağır ipek kumaşlar için 48 ipliğe kadar
kullanılıyor.
İpek yorganlar ise "ikiz kozalar"
dedikleri birbirine yapışık iki
kozadan yapılıyor.
Bu kozaların ipliklerini çözmüyor, doğrudan sıcak suya atıp,
ortalarından ayrı ayrı ikiye bölüp içlerinde ölmüş olan böcekleri
ayıkladıktan sonra, yarık yerlerinden üçgen biçiminde hazırlanmış bir
karış büyüklüğündeki tahta kalıplara geçiriyorlar.
Küçük iki ceviz büyüklüğündeki kozalar, bu kalıplarda esneyerek, bir
karış boyuna geliyor.
Daha sonra bu esnetilmiş ipek kozalarını bir masanın üzerinde, her
tarafından tutup çekerek yine esnetiyorlar, böylece ceviz
büyüklüğündeki iki koza, neredeyse bir buçuk metre boyunda bir kumaş
halini alıyor.
İnsan küçücük kozaların bu denli esneyeceğine, görmese inanamaz.
Tabii tahmin edersiniz ki, bizim hanımlar hemen bu esnetme
etkinliğine
katıldılar ve kozaların uçlarından asılıp çeken kadınlara katıldılar ve
bir yorgan olacak ipeğin üretimine yardımcı oldular.
Son bir not, insan kozaların içinde haşlanarak öldürülmüş olan
böcekleri görünce, "Nasıl olsa kelebek
olup ölecekler" diyemiyor ve
üzülüyor.
Veganların (vejetaryenlerden farkları süt ve süt
ürünleri de yiyip
içmemeleri, yün ve deri dahil hiçbir hayvansal ürün kullanmamaları)
neden ipek giymediklerini bu süreç içinde daha iyi anladım.
Aynı üretim süreci eğitimi, kaşmir, inci ve yeşim mağazalarında da
yapılıyor.
Bu arada en kaliteli kaşmirin Moğolistan'da üretilen bir tür keçinin
karın tüylerinden dokunduğunu, yeşim taşının yeşilden çok daha farklı,
sarı ve kahverengi tonları da olduğunu ve ancak küçük matkaplarla
işlenebilen çok sert bir taş niteliği taşıdığını öğreniyoruz.
Yine geleneksel Çin kültürünü bir parçası olan çay seremonisi
eğitimini
sonra anlatacağım.
Pekin'de, Çin'deki ilk resmi yemeğimizi bir öğlen, çok lüks bir
lokantada yiyoruz.
Ev sahibimiz, Uluslararası
Kültürel Değişim Merkezi Başkan Yardımcısı
Wang Yansheng.
Yine özel bir oda ayrılmış bize.
Derhal çaylar, yeşil çaylar ve içkiler geliyor.
Çin içkileri ile birlikte ithal şarap ve bira da var.
Yemekte Türkiye'den de sorumlu olan Batı
Asya ve Kuzey Afrika Bölümü
Müdür Yardımcısı, kendisine Yücel
adını yakıştırmış olan Yu Jian
da
var.
Bölümün genç memurları da masanın etrafında yerlerini almış.
Wang Yansheng mükemmel
İngilizce biliyor; tam bir diplomat.
Bize çok önem verdiğini özel olarak hissettiriyor.
Dünyanın içinde bulunduğu durumdan, uluslar arası dengelerden
Çin-Türkiye ilişkilerinden söz ediyoruz.
Wang Yansheng, İstanbul'u
çok sevdiğini, Türkiye'de İstanbul'da bir Çin
Kültür Merkezi açmayı düşündüklerini söylüyor.
Bu söz üzerine konu, böyle bir merkezin niteliği üzerindeki tartışma
ve
konuşmalara kayıyor.
Çinli ev sahibimiz böyle bir merkezin yapısının ne olması
gerektiğini,
Türkiye ve Türklerle ortak bir girişimin anlamlı olup olmayacağını
soruyor.
Aklıma hemen öteki ülkelerin kültür merkezleri ve sevgili Şakir
Eczacıbaşı'nın yönetimindeki İstanbul
Kültür ve Sanat Vakfı geliyor.
Amerikan, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Alman kültür merkezlerinin
doğrudan doğruya bu ülkelerin resmi kuruluşları olarak etkinlik
gösterdiklerini, dolayısıyla doğrudan resmen bir kültür merkezi
açabileceklerini, Türkiye'nin ve Türklerin bu yapıya alışkın
olduklarını ama bir Türk sivil toplum kuruluşu ile işbirliği yapmak
isterlerse İstanbul Kültür ve Sanat
Vakfı'nın bu işbirliğine uygun
olduğunu söylüyorum.
Söz daha sonra böyle bir kültür merkezinin ne gibi işlevler yapacağı
konusuna geliyor.
Her ikimiz de bu merkezin sadece film gösterimleri, sergiler,
konserler
ve benzeri kültürel etkinliklerle yetinmemesi, Çin hakkında bir haber
ve bilgi kaynağı olarak da hizmet vermesi gerektiği konusunda fikir
birliğine varıyoruz.
Ben tabii hemen, Türkiye'deki öteki ülkelerin kültür merkezlerini
anımsayarak, bu merkezin Çince de öğretmesi gerektiğini anımsatıyorum.
Böyle bir kültürel yakınlaşmanın her iki ülkenin çıkarlarına da
uygun
olduğu görüşünde birleşiyoruz.
Yemekten sonra ünlü Çin Seddi'ne
gideceğiz.
Enfes yemek için teşekkür ettiğimizde, ev sahibimiz büyük bir
nezaketle
"Sizleri uzun ve yorucu bir tırmanmaya
hazırladık, yeterince enerji
verdik inşallah" diyor.
Çin Seddi, Pekin'in bir hayli dışında.
Bir saate yakın bir yolculuk yapıyoruz.
Yollar çok güzel ve kaliteli.
Sonunda bizi Çin Seddi'ne
çıkaracak olan teleferiğe bineceğimiz
istasyonun bulunduğu alana geliyoruz.
Araçtan iner inmez hoparlörlerden yayınlanan Pavorotti'nin sesi
karşılıyor bizleri.
Böyle bir müziğin seçilmiş olması beni şaşırtıyor:
Çinlilerin binlerce yıllık uygarlığı, Batı sanatı ile bütünleşmiş.
Pavorotti'in sesi ve müziğin
etkisi, Çin Seddi'nin
görkemine çok uygun;
bence Çinliler çok akıllıca bir düzenleme yapmışlar.
Teleferik vagonları büyük; altı kişiyi rahat alıyor; oldukça da
hızlı,
sistemin hızına ayak uydurmanız ve gelen teleferik vagonuna hemen
binmeniz gerekiyor, yoksa sistem aksıyor.
Teleferiğe binmek için bekleyenlerin oluşturduğu oldukça uzun bir
kuyruk hızla ilerliyor. (İyi ki teleferik var.
Yoksa Çin
seddine tırmanmak başlı başına bir dağcılık sporu gerektiriyor.)
Sonunda alel acele kendimizi vagonun içine atıyoruz.
Benim yükseklik korkum yoktur.
Uçaktan ve teleferikten de korkmam.
Ama o muhteşem dağların arasında teleferikle Çin Seddi'nin yer
aldığı
zirveye doğru yükselirken, belki manzaranın vahşi güzelliğinden, belki
yurt dışında evimden çok uzaklarda olmaktan, belki teleferiğin
tekerleklerinin çelik halat üzerinde kayarken çıkardığı gıcırtılı
sesten, belki de vagona görsel olarak yeterince uyum sağlayamadan çok
hızlı binmiş olmamızdan dolayı içimi bir ürperti kaplıyor.
Burada bir teleferik kazasında ölsek Türkiye'de medya haberi acaba
nasıl verir diye düşünüyorum ve tabii hemen aklımdan bu kötü
düşünceleri uzaklaştırıp kendimi Çin'in görkemli doğasına ve tarihine
bırakıyorum.
Çin Seddi'ne ulaştığımızda gerçekten görkemli bir yapıtla karşı
karşıya
olduğumuzu anlıyorum:
Her iki yöne doğru uçsuz bucaksız uzanan bir kale duvarı.
Düşmanın geleceği yöne doğru inşa edilmiş olan burçların arkasında
beş
altı metre genişliğinde bir yaşama ve hareket alanı uzun bir yol olarak
inşa edilmiş.
Tabii arazinin inişli çıkışlı olması Çin Seddi'ni de inişlerden ve
yokuşlardan oluşan bir yapıya dönüştürmüş.
Bizim teleferikten çıktığımız yer iki yokuş arasında alçak bir
nokta;
yani ne tarafa giderseniz gidin, yokuş tırmanmanız gerekiyor. (Çin seddini hiç de
dar sanmayın. İçinden bir araba geçecek kadar geniş.)
Eşim Bilgi derhal kendini
yokuşa vuruyor; gözünün gördüğü zirveye
tırmanacak.
Ben de arkasına takılıyorum fakat ilk zirveye ulaştığımızda
yaptığımız
işin ne denli umutsuz ve anlamsız olduğunu fark ediyorum, çünkü
önümüzde yeni bir zirve beliriyor.
Çin Seddi'nin bizim için
sonsuz izlenimi veren yapısı, gözün
görebildiği her doruğun önüne, yeni bir zirve yerleştirmiş, her zirveye
ulaştığınızda, aşağıdan göremediğiniz yeni bir doruk ile
karşılaşıyorsunuz.
Yani "En yüksek noktaya, zirveye
tırmandım" duygusuna sahip olmanız
olanaksız.
Geleneksel Çin ticareti burada da egemen.
Teleferik istasyonunun bulunduğu meydanda hediyelik eşya satan
dükkanlar var. Teleferiğin Çin Seddi'ne
ulaştığı noktada da derme çatma
tezgahlar.
Büyük pazarlıklarla Bilgi
aşağıdaki dükkanlardan birinden üzerinde
Çince ve İngilizce "Çin Seddi'ne geldim"
yazan bir "sweat shirt"
alıyor; çok mutlu, artık elinde bir de kanıt var bu muhteşem geziye
ilişkin.
Çin Seddi'ndeki tezgahın
başındaki genç Çinli bize mermer üzerine
çizilmiş resimler satmaya çalışıyor, çok pahalı bulup (biraz da eve
götürürken kırılır korkusuyla) almak istememiz üzerine de kızıyor;
henüz köylülükten kurtulamamış!
Her iki yönde ufuk çizgisine kadar uzaman görkemli duvara uzun uzun
bakıyorum.
Çin Seddi'nin düşman
saldırılarına karşı yapılmış olması bende ilginç
çağrışımlar oluşturuyor:
Belki de Çinlilerle Türkler akraba
ve bu akrabalığı onların da bizim de
"düşman" dediğimiz Moğollar oluşturmuş:
Öyle ya Moğollar, Doğu'da Pekin'i bile zaptetmişler, Batı'da
ise
Anadolu'yu işgal etmişler.
Hiç kuşku yok ki çok uzun süreçleri ve zamanları kapsayan her iki
seferde de yerel halkla ilişkileri olmuş ve geçtikleri veya
zaptettikleri yerlerdeki insanlarla belli biçimlerde bütünleşmişler.
İşte bu ilişkiler belki de hem Çinlilerde hem de Türklerde bir Moğol
izi bırakmış ve bu eksen üzerinde bir akrabalık oluşturmuş
olabilir.
Çin tarihi hanedanlar arası savaşlarla dolu ve çok kanlı.
Sian kenti insanlık
tarihinin başlangıç noktalarından biri olarak kabul
ediliyor.
İlk insan türlerinin milyonlarca yıl önceki kalıntıları burada
bulunmuş.
Kendisiyle birlikte askerlerinin heykellerini de mezara götüren
imparatorun mezarı da burada.
Bulunan mezarlar birden çok.
Terra Cotta Müzesi adı
altında sergileniyor.
İlk mezar 1974'te bir köylü tarafından bulunuyor.
Köylü olayı derhal resmi makamlara bildiriyor ve bu nedenle de bir
kahraman muamelesi görüyor.
Şimdi o köylünün oğlu müzede bu mezarları anlatan kitabı
imzalıyor.(Ordusuyla
birlikte gömülen
imparatorun askerleri. Ölümünden altı yıl sonra düşmanı olan imparator
tarafından mezar açılarak koparılan kafalar yerlerine konmuş.)
Milattan önce üçüncü yüzyılda bölgede hüküm süren İmparator Çin Şi
Huang, (Qin Shi Huang yazılıyor
ama benim yazdığım gibi okunuyor)
ölürken kendisiyle birlikte gömülmek üzere, ordusunun, arabalarının ve
atlarının heykellerini yaptırıyor.
Heykeller killi bir nevi topraktan.
Zaten müzeye adını veren Terra
Cotta pişirilmiş toprak demek.
Bu arada bazı parçaların bronzdan olduğunu da belirtmeliyim.
Örneğin
imparatorun av zevkini öbür dünyada da devam ettirebilmesi için yapılan
kaz, bronzdan dökülmüş.
Askerlerin ve komutanlarının ellerinde silahları da var.
Her bir asker ve komutan insan
boyunda, her birinin yüzü
değişik ve
hepsi bölge insanının karakteristik
çizgilerini taşıyor.
Kimi askerler savaş nizamında, kimileri, üst düzey komutan olanlar
bir
toplantı odasında yüz yüze bakıyor.
İlkönce iki bin asker
bulunmuş.
Sonradan bulunanlarla birlikte bu sayı şimdi oniki bine yükselmiş.
Çoğu boyalı, ama boyalar, güneş ışığına çıkınca soluyor.
Bu nedenle boyası solmayan bazı heykeller, cam çerçeveler içine
konmuş
ve gölgede teşhir ediliyor.(Her kol duruşu bir
durumu, bir
duyguyu ifade ediyor.)
Sevgili okurlarım, şimdi sıkı durun, öbür dünyaya ilişkin batıl
itikatların nerelere kadar gideceğinin muhteşem bir örneğini
anlatacağım:
İmparator Çin Şin Huang'ın
ölümünden altı yıl sonra iktidara geçen
rakibi, mezarı açtırıyor ve öbür dünyada imparatoru koruduğuna inanılan
asker heykellerinin kafalarını
kopartıyor.
Terra Cotta müzesindeki
kafası koparılmış askerler şimdi savaş
nizamında, geçmiş yüzyıllardaki kin ve nefretin simgeleri olarak
turistler tarafından ibretle izleniyor.
Tabii restorasyon çalışmalarıyla kafalar yerlerine konmuş.
Müze son derece modern, bütün buluntular son derece iyi düzenlenmiş
ve
çok iyi sergileniyor.
Terra Cotta müzesi çok geniş
bir alana yayılmış olduğu için,
ziyaretçiler giriş kapısından sonra akü
ile çalışan arabalarla
sergileme alanına taşınıyor.
Çevre dostu olan bu akülü arabalar
Amerika'da golf sahalarında
kullanılan otomobiller gibi ama onlardan çok daha büyük, on kişiye
kadar alabiliyor.
Bizim müzeyi gezdiğimiz gün ince ince bir yağmur yağıyordu.
Üstü kapalı olan bu arabalar insanları ıslanmaktan da koruduğu için
gerçekten çok işlevsel.
Bu arabalarda sürekli müzik de çalınıyor.
Bizim bindiğimiz arabada birden kulağımıza tanıdık bir şarkı çarptı:
Tarkan, "Dudu" şarkısını söylüyor.
Rehberimize bu şarkıyı bilip bilmediğini soruyoruz.
"Biliyorum, çok da severim"
diyor.
Çin'in binlerce yıllık tarihini yansıtan müzenin akülü otosunda Tarkan
şarkısı:
Müzik gerçekten sınır tanımıyor.
Bu arada Sian'da son derece
zengin ve ilginç bir yerel pazarın
bulunduğunu belirtmeliyim.
Yerel pek çok ürünün sergilendiği bu pazarda bir bölümünü hiç
bilmediğim her türlü kuru meyvenin satıldığını ve bize rehberlik eden
Çinli dostların bile bunları ilgi ile incelediklerini gördüm.
Eşim Bilgi, bu pazardan
bana kemik üzerine oyulmuş bir baston armağan
aldı.
Böylece baston koleksiyonum, Çin işi bir sanat eseri ile daha da
zenginleşti.
Çinliler, tarihin derinliklerinden gelen muazzam kültürlerini çağdaş
teknoloji ile bütünleştirerek sunmaya başlamışlar.
Sian kentinde kurulan Qujiang Yeni Bölge, bu anlayışla Tang
Hanedanı'nın bu başkentinde bir "cennet"
yaratmış.
"Cennet" kelimesini sözün
gelişi kullanmıyorum, kültür ve turizm
projelerinin adı gerçekten "Tang
Cenneti".
Tang Cenneti, İmparatorluk
bahçelerini, suni gölleri, Büyük
Yaban Kazı
Pagodası'nı ve daha bir çok doğal ve kültürel zenginliği
içeriyor.
Çin kültüründe yeşilliğin, bahçelerin çok özel bir önemi var.
İmparatorlar saraylarını, hep parklar ve bahçelerle, bunların
içindeki
yapılarla, suni göllerle ve heykellerle süslemişler.
Yeni evlenen çiftler gelin ve damat kıyafetleriyle parklara gelip
resim
çektiriyorlar; bunun uğur getireceğine inanılıyor.
New York'ta yaşamış olanlar bilir, ünlü Central Park, sık sık yeni evli
Çinlilerin fotoğraf çektirme sahnelerine tanık olur.
Pagoda esas olarak kule
demek, Budizmin ibadet yeri
olarak kullanılan
bir kule.(Büyük
Yaban Kazı Pagodası bir Budist tapınağı.
Tipik bir Çin mimarisi)
Büyük Yaban Kazı Pagodası,
tipik Çin mimarisi ile inşa edilmiş gerçek
bir kültür anıtı, bir ibadethane.
Girişinde, koskocaman mangal gibi bir kazanın üzerine herkes oradan
satın aldığı kırmızı mumları yakarak dikiyor ve bir istek tutuyor.
Tang Cenneti, bütün doğal ve
kültürel zenginliklere ilave olarak,
müthiş bir estetikle ve son teknolojiyle hazırlanmış olan bir ses, ışık
ve lazer gösterisini de içeriyor.
Bir yapay göl üzerinde oluşturulan su perdesinin yüksekliği 20, eni
120
metre; buna su zerreciklerinden yapılmış dev bir ekran da
diyebilirsiniz.
Ekranın önü büyük bir havuz veya göl.
Gölün içinde ve üzerinde inanılmaz güzellikte ses ve ışık oyunları
yapılıyor, perdede de senaryosu bir Tang
efsanesi üzerine kurulmuş bir
film oynuyor.
Perdedeki film ile gerçek çevre birbirine uydurulmuş.
Örneğin perdedeki adam, paçalarını sıvayarak, perdenin altındaki
gerçek
havuza ayaklarını sokuyor.
Daha önce kapalı bir salonda, Tang
Hanedanı'nın öyküleri üzerine kurulu
muhteşem bir dans gösterisi izlemişiz.
Müzik, renk, ışık, dans, kostüm ve akrobasi şöleni olan bir gösteri.
Daha onun üzerimizdeki etkisinden kurtulamadan, son teknoloji ile
hazırlanmış bu estetik gösteri bizi bir kez daha geleneksel Çin
kültürünün çağdaş teknoloji ile harmanlanmasından doğan sonuçlara
hayran bırakıyor.
Zaten sanıyorum Çin'in kültürel, siyasal ve ekonomik mucizesinin de
sırrı burada:
Geleneksel kültürünü, son teknoloji ile bütünleştirerek çağdaş
dünyaya
ayak uydurmak.
Ama bunu geriye değil, ileriye
bakarak yapmak.
Yani toplumu geleneksel
zincirlerine bağımlı kılmak yerine, tam tersine
bu zincirleri kırarak ileriye doğru
dönüştürmek. (Bizim dinci
politikacıların kulakları çınlasın.)
Sian kentindeki Qujiang Yeni Bölge Projesi için bir Yönetim Komitesi
oluşturulmuş.
Komitenin başkanı Yang Dong.
İlerlemiş yaşını şaşırarak öğrendiğimiz, son derece genç görünüşlü,
yakışıklı, çok etkileyici bir sanatçı-politikacı.
Gençliğinde, Mao'nun Kültür
Devrimine, içinde bulunduğu müzik grubu ile
köy köy dolaşıp konserler vererek katılmış bir yönetici.
Bizim onurumuza verdiği yemeğe çok ünlü bir film yönetmeni ile bir
gazeteci-yazarı da davet etmiş.
Wu Tianming kıdemli bir
yönetmen, şu anda piyasada olan pek çok
yönetmene ustalık etmiş.
Ev sahibimiz Yang Dong onu,
"Film yönetmenlerinin hocası"
olarak
tanıtıyor. (Quijiang Yeni Bölge
Projesi Komite Başkanı Yang
Dong. Zübeyde ve Güven Terzioğlu'nun arasında, resmi yemekte.)
Hemen Çin'deki film endüstrisi üzerine uzun bir sohbete dalıyoruz.
Wu Tianming, bu yıl oniki
Amerikan filminin gösterisine izin
verildiğini, gelecek yıl ise ithalatın tümüyle serbest bırakılacağını
söylüyor.
"Peki bunun sonucu ne olacak?"
diye soruyorum.
"Çin film endüstrisi çökecek ve
yeniden doğacak" diye yanıt veriyor.
Ona aynı olayın Türkiye'de de yaşandığını, Yeşilçam'ın çöküşünü ve
sonra yeni yönetmenler döneminin başladığını anlatıyorum.
Yemekteki bir başka konuk, Leng
Meng adlı, ödüllü bir hanım yazar.
Onunla da kitap endüstrisini konuşuyoruz.
Çin'de pek çok yazarın kitabını kendi parasıyla bastırdığını
anlatıyor.
Ticari olarak yayınlanan kitapların genel olarak ortalama on bin
adet
basıldığını söylüyor.
Tabii 1,3 milyarlık bir ülke için çok küçük bir sayı.
Öyle anlaşılıyor ki, Sovyetler
Birliği'nde gerçekleştirilen büyük
okuma-yazma devrimi burada pek
yaşanmamış:
Tarım toplumuyla endüstri toplumu arasındaki farklardan biri de bu
olsa
gerek.
Çin kültürünün en önemli ögelerinden biri tiyatro.
Geleneksel Çin müziği eşliğinde, akrobatik hareketlerden de oluşan,
muhteşem geleneksel Çin giysileri ile renklenmiş sahne gösterileri
izleyicileri büyülüyor.
Pekin'de HuGuang Guild Hall'da izlediğimiz Maymun Kral oyunu da bir Çin
efsanesi üzerine kurulu:
Büyük sihirli güçleri olan Maymun
Kral'ın, İmparator'un sarayında kötü
muamele görmesine kızarak yaptıklarını anlatıyor.
Tam bir dans, müzik, giysi ve dekor şöleni.
Konuşma yok, sadece hayret, kızgınlık gibi duygu ifade eden sesler
çıkarılıyor.(HuGuang
Guild Hall'da gösteri ve servis. Bir
zamanlar devrimcilerin merkezinde yine ilginç oyunlar sergileniyor.)
Oyuncular geleneksel giysi ve maske gibi makyajları içinde hem
balerin
hem akrobat gibi oynuyorlar.
İzleyiciler küçük masalarda oturarak seyrediyorlar sahneyi.
Masaya, isteğinize göre soğuk meşrubat veya sıcak içecek servisi
yapılıyor, Çin kuruyemişleri ile birkaç Çin kurabiyesi getiriliyor.
Pekin Geleneksel Opera Müzesi
olarak takdim edilen HuGuang Guild
Hall
1807'de kurulmuş.
Bütün büyük Çin opera sanatçıları burada sahneye çıkmışlar.
İlginç bir de siyasal geçmişi var:
1912 yılında Sun Yat-sen
zamanında devrimcilerin buluştukları bir
merkez olmuş.
Bir saat kadar süren gösteri Çin sahne sanatlarının temel ögeleri
olan
müzik, renk ve dans açısından gerçekten doyurucu.
İkinci bir tiyatroyu, daha doğrusu Çinlilerin deyimiyle Operayı,
Sian'da izliyoruz.
Bu kez tam bir tiyatro salonunda, büyük bir sahnede sergileniyor
oyun.
İmparatorun sarayındaki aşklar, savaşlar, kahramanlıklar
anlatılıyor.
Büyük sahnenin iki yanındaki ekranlarda İngilizce yazı ile her
sahnenin
anlamı aktarılıyor.
Oturma düzeni amfiteatr biçiminde.
Bu oyun daha çağdaş ögelerle sahneye konmuş. (Sian'daki opera
klasik tabak çevirme sahneleri ile de süslenmiş.)
Yine geleneksel dekor ve giysiler, yine geleneksel makyaj ama bu kez
hareketler daha modern.
Oyunun sonunda sanatçılar izleyicilerin arasına iniyor, bir yandan
oynuyor, dans ediyor bir yandan da onlarla fotoğraf çektiriyorlar.
Sarı Su anlamına gelen Huang Pu üzerinde gemi gezisi yapmak
Şanghay
gecelerinin en gözde eylemi.
Büyük çoğunluğu Çinli olan yolcular olarak gemiye bineceğimiz
iskelede,
üç-dört kişinin yan yana durduğu uzun bir kuyruk halinde bekliyoruz.
Neredeyse bütün grup içinde tek yabancı biziz.
Çin'de iç turizm müthiş gelişmiş.
Her yerde yabancı turistten çok, Çinli turist var.
İskele aslında uzun ve geniş bir dok biçiminde.
Beklemekten sıkılıp ileri doğru yürümeye başlıyorum.
Biraz ötede kiosk benzeri küçük bir dükkan var; dikdörtgen
biçiminde,
üstü açık, önü camlı tezgahlarla çevrili.
Merakla tezgahlara bakıyorum.
İçleri gerçek Çin saatleri ile dolu.
Biri üstü kapaklı, biri kapaksız
çok orijinal görünüşlü iki saat beğeniyorum ve klasik pazarlık
tiyatrosu başlıyor.
Bu kez satıcı İngilizce bilmediği için hesap makinesi sahnede.
Satıcı tanesine 240 yuan istiyor, ben 25 öneriyorum.
Lafı uzatmayayım, sonunda tanesi 50 yuandan, yani 6 dolardan iki
saati
alıyorum. (Tabii yüzde yüz kazık yemiş oluyorum ama fiyat o kadar ucuz
ki, kimin umurunda!)
Artık herkes ünlü marka taklit saat takarken, benim orijinal Çin
malı
biri SENJUE biri de Hong.S.D. marka iki saatim var;
mutluyum.
Sıradaki
yerime geri dönüyorum.
Geminin kalkmasına daha on-onbeş dakika var.
Birden sıra dalgalanıyor ve bizim önümüzden birileri sırayı bozup,
bir
kapıya doğru yöneliyor; bütün sıra olarak biz de (ne olduğunu pek
anlamadan) onları izliyoruz.
Görevlilerle sıranın önündekiler arasında müthiş bir ağız dalaşı
başlıyor.
Rehberlerimizden, sıranın önündeki adamın bu gemiye binmek zorunda
olduğunu söylediğini, görevlilerin ise sırayı bozduğumuzu ve yerimize
geçmemizi söylediğini anlıyoruz.
Ama kimsenin yerinden kımıldadığı yok; zaten bizim sıra arkamızda
kalanlardan daha kalabalık.
Birazdan gemi geliyor, görevlilerle sıranın önündekilerin kavgası
sürüyor, ama sonunda kaba kuvvet kazanıyor ve bizim sıra, açılan
kapıdan birbirini ezerek gemiye doluşmaya başlıyor.
Gemi iki katlı, ikinci katın üstü açık; en iyi yerler ikinci katta,
kenardaki koltuklar.
Bizim ikisi erkek dördü kadın 6 kişilik grubumuz hızla
merdivenlerden
ikinci kata tırmanıyor ve o kargaşa içinde, kenarda altı plastik koltuk
bulmaya çalışıyor.
Çinliler, Güven'in
yakaladığı iki koltuğu zorla onun ellerinden
kopararak alıp, keyifle önümüze yerleşiyorlar.
Bu arada Güven'nin 1.85
boyunda 95 kilo ağırlığında iri yarı biri
olduğunu belirtmeliyim.
Ama gözü dönmüş Çinliler onu rahatlıkla bertaraf ediveriyor.
Ben ilerdeki boş koltuklardan iki tanesini kapıp Güven'in yanına
koşarken bir yandan da "Koltukları
tutmayın üzerine oturun" diye
bağırıyorum.
Neyse sonunda altı kişi de birer koltuğa oturabiliyoruz ve ondan
sonra
yine itiş kakışla bir araya toplanıyoruz; tabii koltuklarımızdan
kalkmadan. (Koltuklarımızla birlikte yer değiştirirken ortaya çıkan
görüntülerimizin ne denli komik bir sahne oluşturduğunu bilmem
gözünüzde canlandırabiliyor musunuz?)
Sonunda kavga dövüş herkes binip gemi hareket edince Şanghay'da bize
katılan, ailesinin Konfüçyüs'e
kadar dayandığını söyleyen yerel
rehberimiz Heidi konuşmaya
başlıyor ve üzerinde gezinti yaptığımız
nehrin öyküsün anlatıyor.
Manzara gerçekten muhteşem:
Şanghay'ın gece görüntüsü
nehrin her iki tarafında yükselen
gökdelenlerden saçılan ışıklarla bir rüya gibi.
Bazı binaların cepheleri hareketli, ışıklı reklam panoları haline
getirilmiş; işte Mona Lisa'yı
yeniden bu ışık gösterisi sırasında büyük
bir binanın cephesinde bize gülümserken görüyorum.
Huang Pu çok ünlü bir
nehir, adı, Çan Kay Şek
zamanında Kuomintang'ın
askeri okuluna da verilmiş.
Dörtyüz yıl önceki Ming
imparatorluğu sırasında bir şair, Huang
Pu'nun
geceleri ay ışığında sarı bir
ejderhaya benzediğini yazmış; malum
ejderha gücün ve koruyuculuğunu simgesi, nehir neredeyse kutsal
sayılıyor edebiyatçıların da desteğiyle.
Her gökdelenin ayrı bir öyküsü var; Heidi
hepsini tek tek anlatıyor.
Derken gemi tam geri dönecekken bir havai fişek gösterisi başlıyor;
gökyüzü ışıl ışıl.
Heidi bunun, önemli kişiler
nehirde gezerken onların onuruna yapılan
bir gösteri olduğunu söylüyor, biz de aramızda "Belki de bizim için
yapıyorlar" diye şakalaşıp gülüyoruz.
Bir saat kadar süren geziden, gemiye bindiğimiz iskeleye geri
dönüyoruz, rıhtımda bizi alacak minibüsü beklerken, yolcu almaya
çalışan özel minibüsler dikkatimizi çekiyor:
Heidi'nin söylediğine göre
Çinliler bir kısmı firmaların
minibüsleriyle, bir kısmı da kendi özel arabalarıyla bu tür korsan
taksicilik yapıyorlar.
Programımızı yapanlar bir öğlen yemeğini İstanbul adlı lokantada
yememizi öngörmüşler.
Lokantanın önünde iner inmez çevremizi yine saat ve çanta satıcıları
alıyor, ama bu kez ellerinde mal yok, broşür var:
Anlaşılan Çin hükümetinin korsan taklitlerle mücadelesi Şanghay'da bazı
yerlerde daha etkili, kalabalık turistik mekanların bir bölümünde
satıcılar sadece broşür gösteriyor.
Tam biz içeri girerken, ortalık dalgalanıyor ve satıcılar yok
oluyor;
ilerde bize doğru gelen polisleri görüyoruz.
Aklıma bizim Eminönü meydanında işportacı kovalayan zabıtalar dönemi
geliyor; Çin on yıl içinde köylülükten bu aşamaya ulaşmış, hiç kuşkunuz
olmasın yakında toplumsal yaşam ve geleneklerin çağdaşlaşması açısından
da bizi fersah fersah geride bırakacak.
İçeri girdiğimizde biraz Türk biraz Arap kültürü karışımı bir
dekorasyonla karşılaşıyoruz.
Barda içinde Türk çayı olan semaver kaynıyor.
Barmen ve garsonlar Çinli, sadece bir tanesi çok az Türkçe biliyor.
Menü esas olarak kebap üzerine kurulu, iyi hazırlanmış, yemekler iyi
tarif edilmiş.
Hepimiz birer "karışık kebap" söylüyoruz.
Bu arada ben tuvalete gitme bahanesiyle çevreyi gözlemlemeye
başlıyorum
ve arkada mutfağın kapısında şef Murat
Özdemir'le karşılaşıyoruz.
Lokantanın (tabii onlar restoran diyorlar) sahibi bir Çinli; Murat'ı
Park Şamdan lokantasında
garsonken bulmuş, alıp Şanghay'a getirmiş.
Murat eşiyle birlikte gelmiş, hayatından memnun, iyi para
kazandığını
ve para biriktirme olanağı bulduğunu söylüyor.
Tam biz Murat'la sohbet
ederken Vestel'in Şanghay bürosunda çalışan bir
Türk ile Türkiye'den gelmiş bir konuğu bize katılıyor, hep birlikte
yine fotoğraf çektiriyoruz. (Şanghay'daki İstanbul
restoran'ın şefi Mengenli Murat Özdemir. İki yanımızda Vestel'in
temsilcileri)
Kebaplarımız gerçekten nefis; etler Türkiye'de kolay kolay
bulamayacağınız kalitede.
Tek kusuru var, porsiyonlar bir kişinin yiyebileceğinden çok daha
büyük, ama fiyatlar makul.
Murat, hem Şanghay'daki Türklerin ve
Müslümanların hem de Çinlilerin
sık sık geldiğini söylüyor.
Anlaşılan Çinli girişimci iyi bir yatırım yapmış.
Çin'in ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel dönüşümü, Komünist
Partisi'nin tam denetimi altında
belli bir plan ve program çerçevesinde
gerçekleştiriliyor.
Tabii buradaki "tam denetim"
kuramsal bir yaklaşımı belirtiyor; yani
Komünist Partisi ülkeyi "tam denetlemek"
istiyor ama uygulamada bu ne
kadar olanaklı, o tartışmalı.
Komünist Partisi'nin hedefi,
Küreselleşme ile bütünleşen, en
azından
ona ters düşmeyen bir dönüşümü gerçekleştirmek.
Hem siyasal, hem ekonomik, hem de toplumsal hareketler devlet
denetimi
altında.
Örneğin kırsal alanlardan kente göç, nüfus artışı gibi toplumsal
olaylar bütünüyle denetleniyor.
Ailelerin birden fazla çocuk sahibi olması, dengini sırtına vuranın
kente göç etmesi yasak.
Tabii Pekin gibi devlet ve
hükümet merkezi bir kentte bu denetim daha
kolay, Şanghay gibi bir
ticaret kentinde daha zor.
Şanghay'da doğanların Şanghay hüviyeti var, bu bir
ayrıcalık; dışardan
Şanghay'a çalışmak üzere
gelenlerin tümü polise nüfus ve ikamet kaydını
yaptırmak zorunda.
Şanghay ülkenin iki
havaalanına sahip tek kenti; 2008 olimpiyatları
için Pekin'de de ikinci bir havaalanı yapılıyor.
Nüfusları 17 milyon dolayında olan Şanghaylılar,
"Bizim nüfusumuz
Avustralya'nın tümünden kalabalık" diye övünüyor. (Şanghay'ın
simgesi ünlü televizyon kulesi: Doğunun İncisi)
(Aslında Avustralya 20 milyon dolayındaki nüfusu ile henüz
Şanghay'ın
ilerisinde; şimdilik!)
2008 olimpiyatları için büyük bir şantiye haline dönüşmüş olmakla
birlikte, Pekin, Şanghay'dan daha düzenli bir kent.
Şanghay sadece daha
kalabalık olmakla değil, daha sıkışık trafiğiyle,
daha yapışkan dilencileriyle daha düzensiz sokaklarıyla da Pekin'den
ayrılıyor.
Pekin için, Çin'in düzenli ve planlı
değişmesinin örneği, Şanghay için
de değişmenin öncüsü ve bu değişmenin her an denetimden çıkabileceği
olasılığını gündemde tutan bir kent tanımlaması yapılabilir.
Çin'deki değişme ve gelişmenin bütün nüfus tarafından eşit ve adil
bir
biçimde yaşanmadığı açık.
Nüfusun bir bölümü üst gelir düzeyine ulaşmış, Batılı bir yaşam
biçimiyle bütünleşmiş.
Çinliler bu nüfusun oranının yüzde
yirmi olduğunu iddia ediyorlar.
Bana bu oran biraz abartmalı geliyor.
Toplumun köylü niteliği dikkate alınırsa, ancak yüzde on kadarının
bugün kentlileştiği ve Batılılaştığı tahmin edilebilir.
Bazı gözlemciler, bu oranın yüzde15'e ulaştığını belirtiyor.
Şimdi bu oranları sayılara dökersek, en kötü tahmin olan yüzde
10'un,
130 milyona karşılık olduğunu ve Türkiye'nin nüfusunun yaklaşık iki
katına ulaştığını görürüz.
Yüzde 15'i gerçekçi bir tahmin kabul etsek 200 milyon insan eder ki
neredeyse bir A.B.D. nüfusuna eşit olur.
Orhan Bursalı Çin üzerine
yazdığı bir makalede, yurt dışında eğitim
gören ve yaşayan Çinlilerin 70 milyona ulaştığını belirtmişti; yani
bugünkü Türkiye'nin nüfusuna eşit sayıda Çinli yurt dışında kendilerini
geliştiriyor.
Bilmem bu oranlar ve sayılar Çin'in bugünkü ve gelecekteki gücü
hakkında bir fikir veriyor mu size?
Çin, tüm dünyaya Komünist Parti'nin
önderliğinde yeni bir gelişme
modelinin, devlet öncülüğünde ve
denetiminde gelişmenin örneğini
vermeye çalışıyor.
Bu çabasını gerçekleştirirken muazzam doğal ve beşeri kaynaklarını
Küreselleşmenin olanaklarından
yararlanarak geliştirmek ve kullanmak
zorunda; tek başına bir şey yapması olanaksız.
Bu nedenle Küreselleşmenin lideri Amerika Birleşik Devletleri ile
yakın
işbirliğine girmiş.
İlişki şöyle:
A.B.D., Çin'in ekonomik
gelişmesine ve kalkınmasına yardımcı oluyor,
yabancı sermaye ithalatına, şirket yapılanmasına ve üretimine katkıda
bulunuyor, üretiminin büyük bir bölümünü de ithal ediyor; bunun
karşılığında Çin, üretimden sağladığı artı değeri A.B.D.'nin dış
ticaret açığını finanse etmek için Amerikan
hazine bonolarına
yatırıyor.
Olayı, yaklaşık sayılarla
kabaca özetlemek gerekirse şöyle bir tablodan
söz etmek olanaklı:
Çin'in ihracatının yüzde 80
kadarını yabancı sermaye ile
kurulmuş
şirketler yapıyor; A.B.D.'nin Çin'den yaptığı ithalatın hacmi 300
milyar dolar dolayında, sadece Wal
Mart 20 milyar dolayında ithalat
yapıyor; Çin A.B.D. hazine bonolarına
yatırımı en son 200 milyar dolar
dolayında.
Kısaca belirtmek gerekirse, A.B.D., Çin'in büyümesine katkıda
bulunuyor, Çin de Amerika'nın tüketim çılgınlığının devamına ve
ekonomisindeki yapısal sorunların yol açtığı dış ödemeler dengesi
açığının finansmanına.
Çin'in kalkınma hızı yılda ortalama yüzde 9-10 dolaylarında.
Büyümesi bu hızla devam ederse, 2020 ile 2040 yılları arasında
A.B.D.'yi yakalayacağı tahmin ediliyor.
Tabii Çin gibi 1,3 milyar nüfuslu bir ülkenin tüketim düzeyinde
Amerika'ya yetişmesi dünyanın başta enerji
olmak üzere doğal kaynakları
üzerinde nasıl bir talep ve baskı
oluşturur, bunu düşünmek ve kavramak
bile zor.
Peki Çin'in devlet denetimindeki kalkınma ve gelişme modeli başka
ülkelere örnek olabilir mi?
Bunu da kestirmek zor.
Her ne kadar Güney Amerika'da Castro,
Chavez, Morales üçlüsü Sosyalist
modelin başarısı için ortak ve etkili bir çaba gösteriyorsa bile, Batı
dünyasında A.B.D.'nin liderliği, denetimi ve saldırganlığı, başka
ülkelerin Çin modelini uygulamalarına pek izin verecek gibi görünmüyor.
Ayrıca Çinliler uluslararası anlaşmazlıklarda taraf olmamak için özel
bir özen gösteriyor.
Kendi kalkınma modellerini ihraç
etmek gibi bir amaçları da yok.
Peki bir Çin-A.B.D. çatışması olası mı?
Bugünkü işbirliği düşünülürse, ilişkilerin bir çatışmaya değil bir
uzlaşmaya doğru yol aldığı
söylenebilir.
Tabii Huntington'un Batı
Dünyası'nın karşısına Soğuk Savaş
sonrası
İslam Dünyası'nı düşman olarak
diktiğini ve bugün bu çelişkiyi
yaşadığımız düşünülürse, yine Huntington'un
İslam Dünyası'ndan sonra
Çin'in Batı'nın düşmanı
olacağını söylemesi geleceği ne denli etkiler
bilmiyoruz; Bush gibi
saldırgan bir başkanın A.B.D.'de göreve gelmesi
ne denli olası, onu da kestirmek olanaklı değil.
Peki Çin önümüzdeki yıllarda son onbeş yılda gösterdiği değişim ve
gelişme başarısını gösterebilecek mi?
Komünist Partisi de bu soruyu kendi kendine soruyor.
Mao'nun "Kültür Devrimi" deneyimini yaşamış
olan Çin, kendisini
yozlaşmanın kollarına bırakmak istemiyor.
Şu anda pek çok üst düzey yönetici ve politikacı yolsuzluk suçlamasıyla
hapiste.
Komünist Partisi, 2007'den itibaren partide ve yönetimde yeni atılımlar
planlıyor:
Yaşlı görevlilerin emekli edilerek
kadroların gençleştirilmesi,
yöneticilerin sadece parti
üyelerinden seçilmesi, dış görevlerde
olanların maaşlarının benzer işler yapan öteki ülkelerin görevlileri
düzeyine yükseltilmesi gibi
pek çok önlem gündemde.
Tabii bu arada 2008 Pekin
Olimpiyatları'nın etkisi ve 2007'den itibaren
Amerikan filmlerinin de
sınırsız olarak ithal edilme olanağına
kavuşması bu değişmeleri etkileyecek ögeler.
Türkiye mutlaka ama mutlaka Çin'le çok daha yakın ekonomik, siyasal
ve
kültürel ilişkiler kurmalı, bu
ejderhanın olumlu ve güçlü etkisinden
yararlanmalıdır.
Şanghay'ın simgesi 2004'te açılan, "Doğunun İncisi" adlı televizyon
kulesi.
Bu kulenin tepesinden tüm Şanghay'ı
360 derecelik bir açı ile kuşbakışı
izlemek olanaklı.
Ama Şanghaylıların en çok
övündükleri şey, saate 430 kilometre hız
yapan Manyetik Suspansiyon Treni.
Longyand Road istasyonundan
binilen tren, 40 yuan karşılığında,
beş-yedi dakika arasında sizi Pudong
Havaalanına götürüyor.
Çalışma saatleri içinde hızı saate 430 kilometre.
Akşam beşten sonra hız saate 300 kilometreye düşürülüyor.
Sessiz, sarsıntısız, uçar gibi bir yolculuk.
Tren zaten son teknoloji ile yapılmış, rayların değil, manyetik bir
alanın üzerinde gidiyor.
Trenin hızı her kompartımandaki gösterge tablosundan her an
izlenebiliyor; "Uyanan Ejderha Çin"in
Küresel teknolojiye ayak
uydurduğunun somut bir örneği.
Bir milyar dolar harcanarak, Almanlar
tarafından üretilen teknoloji ile
yapılmış; Çinle Avrupa Birliği'nin
işbirliğini vurguluyor.
Çinliler başarıyla uyguladıkları bu projeyi şimdi kentin ve ülkenin
başka yerlerinde de uygulamaya sokma hazırlığı içindeler.
Dönüş yolculuğuna bu tren ile başlıyoruz ve havaalanına geldiğimizde
iki rehberimizle göz yaşları içinde
vedalaşıyoruz:
Bir haftalık birliktelik rehberimiz Rachel
ile aramızda adeta bir
akrabalık oluşturmuş.
Arkamızda gözü yaşlı dostlar bırakarak, bırakın manyetik treni, hızlı tren teknolojisini bile yüzüne gözüne bulaştırmış ve kalkınma sorunlarıyla uğraşmak yerine türban kışkırtmalarıyla kendi bacağına ateş eden ülkemize dönüş yolculuğuna başlıyoruz.
Tweet |
Bu siteden yapılacak alıntılarda kaynak gösterilmesi ahlak kurallarına uygun olacaktır.
Emre Kongar ile iletişim icin e-posta, site yöneticisi ile iletişim için e-posta
Son güncelleme tarihi 9 Eylül 2024