Emre Kongar'ın Resmi* İnternet Sitesi


Kitaplar

Green Bullet Makaleler

Green Bullet Articles in English

Sürekli Yazılar


 

Gökşen Buğra, Varlık Dergisi, Mart 2004

"İnsan ancak aile tarihiyle birlikte bir kişilik kazanır."

Toplumların her devrinde yaşanması kaçınılmaz çeşitli buhranların olduğunu ve olacağını; fakat asıl önemli olanın toplumun gizli ana üssü 'aile'nin dayanışması sonucu, bu tür toplumsal buhranların hasarsız atlatılabildiğini vurguluyor Emre Kongar, son kitabı "Babam, Oğlum, Torunum"da. Sözünü ettiği bu dayanışmayı, düşsel bir tezden öteye taşıyıp; dört kuşak Kongar ailesinin yaşantısını paylaşarak somutluyor. Merkezinde yaşadıkları bütün toplumsal çıkmazlara rağmen, Kongarlar'da bütünüyle sağlıklı, eğitimli, idealist ve başarılı fertler yetişiyor. Bu da yine aynı 'dayanışma'nın sonucu.

Yazar, dünyanın ve Türkiye'nin tarihsel gelişim seyrinden önemli başlıklarıyla ördüğü duvarın, önüne koymuş aile ağacını ve gölgeleriyle, aydınlığıyla yansıyan değişimi ve gelişimi anlatmış.

GB: Anı, belli ki yazmaktan zevk aldığınız bir tür. "Ben Müsteşarken" ve "Kızlarıma Mektuplar"dan sonra üçüncü anı kitabınız "Babam, Oğlum, Torunum". Anı yazmaya sizi yönelten nedenler nelerdir? Millet olarak 'başkalarının hayatlarına merakımız' ve tez elden etkilenişimizin payı olabilir mi?

EK: Anı yazma dürtümün galiba iki temeli var. Bunlardan bir tanesi, hoca olmam ve hoca olarak öğrencilerime öğrettiğim ilkeler çerçevesinde bir yaşam sürdürmeye çalışmak; yani söylemiyle eylemi aynı olmaya çalışmak. Böylece de anı yazarak, yine bir anlamda belki bir model oluşturmayı veya kendi deneyimlerimi paylaşmayı amaçlıyorum; muhtemelen 'bilinçaltı' böyle bir etmen de var herhalde.

İkinci bir nedeni de; ben, Türkiye'de çok farklı yerlerde ve farklı dönemlerde, kriz dönemlerinde bulunma şansını yakalamış biriyim. İçine doğduğum aile de öyleydi. Yani çok zengin bir yaşamım var; o zengin yaşamı aktarmak, galiba kolay bir 'yazma uğraşı' oluyor.

GB: Kitabın hem giriş bölümüne hem de bütününe yansıyan üslubunuz, okurla sohbet havasında. Üslubunuzu şekillendiren nokta; eğitimci olmanız mı, yoksa böylesi bir yazım tutumunun, anı anlatırken okurla yakınlık sağladığını mı düşünüyorsunuz?

EK: Her ikisi de diyebilirim. Ben derslerimde de hiç 'konferans' vermem, genellikle öğrenciyle soru-yanıt biçiminde dersimi yaparım. Bu, iletişimin önemli bir ilkesi. En kötü iletişim, 'konferans' vermektir. En iyi iletişim, yani düşüncenizi en iyi aktarabildiğiniz iletişim, karşınızdakini o iletişime dahil ederek gerçekleştirdiğiniz iletişimdir. Yani söyleşi biçimindeki iletişim.

Kitapta ya da yazılarda bunu yapmak olanağı çok fazla yok; çünkü karşınızdakinin size tepki verme olanağı yok. Ama yine de - sanıyorum ki o, hocalığımdan gelen bir şey- karşımdakiyle diyalog kurmak, onu saydığımı sevdiğimi hissettirmek, ondan etkilenmek gibi temel dürtülerimi yazıda ancak öyle kullanıyorum. Bu yüzden de okurla sohbet biçiminde oluyor yazılarım.

GB: Üslubunuzda dikkat çeken diğer bir nokta da, okuru anlattığınız hikayenin gerçekliğine inandırmaya çalışan ifadeleriniz. Bu da sanırım, anı yazmanın zor tarafı olmalı: iç muhasebeler. Ne dersiniz?

Doğru. Çünkü ben sadece olaylar çerçevesinde değil; düşünceler açısından da inanmadığım şeyi söylemem. İnandığım şeyi anlatırken de, ona inandığım için çok kendimi vererek, bütün varlığımla o düşünceyi ya da olayı anlatmaya çalışırım. Sanıyorum onun etkisi.

Anı yazmanın en zor tarafı, doğru anımsayıp anımsamadığınızı tespit etmek. Örneğin çok gülünç bir olaydan -kendimi eleştirerek hemen- bahsedebilirim. Amcamın karısının adını, yani kendi ismim gibi bildiğim yengemin adını kitapta yanlış yazmışım. Dördüncü baskıda düzeltilebilecek ancak.

GB: Aile anılarınızdan bahsederken, kitabın yazılış serüvenini de anlatıyorsunuz. Sizce, yazarın eserini nasıl kaleme aldığını ve izlediği teknikleri okurla paylaşması ne derece doğrudur? Çünkü genellikle yazarların bunu gizlediğini görürüz.

EK: Doğru. Unutmamak gerekir ki; yeni biçem, üslup denemeleri yapılıyor. Bazı romanlar var; roman anlatıcısı, kendi romanındaki kahramanı nasıl ürettiğini anlatıyor, hatta kahramanla diyaloga girişiyor, hatta kahramanla çelişiyor; kahraman yazara karşı çıkıyor, yazar kahramanla kavga ediyor gibi. Böyle biçem ve üslup denemeleri var.

Benimki tabii, çok içten bir kitap; kendimi anlattığım, kendi duygu ve düşüncelerimi yaşadıklarımı anlattığım bir kitap. Bu açıdan okurlarla olan diyalogumu ve okurlardan ne şekilde etkilendiğimi, bir yöntem olarak da okurla paylaştım. Bu kitap, çok önemli ölçüde okurlarımla birlikte oluşmuş bir kitap.

GB: Yazmaktan caydığınız "Canım bu da yalnız bize kalsın." dediğiniz duraklar oldu mu? Yani sınırlı bir paylaşım mı bu?

EK: Hayır, hiç öyle bir şey olmadı; "Bu çok özeldir, bunu paylaşmayayım." dediğim hiçbir şey olmadı.

Fakat zaman zaman bu kitabı yazarken, "Ben yazıyorum ama insanlar buna ilgi duyar mı, bütün bunlar okunur mu?" gibi olumsuz düşüncelere kapıldığım zamanlar çok oldu. Anı yazmanın bence en önemli engellerinden biri o. Eğer okura saygılıysanız çok sık olarak kendi yaşantınızın, duygu ve düşüncelerinizin okuru ilgilendirip ilgilendirmeyeceği sorunu karşınıza çıkıyor.

Ben, o "hayatım roman" anlayışının tam tersi bir anlayışa sahibim. Amatör yazarlara bakarsanız; her insanın hayatı bir roman. Yazıyor en ince ayrıntılara kadar ve hadi basalım diyor. Benimki tam tersi. O açıdan kendi yaşamımı anlatırken, özel ve gizli olduğu için değil; okuru ilgilendirmeyeceği düşüncesiyle atladığım ve bilerek anlatmadığım bazı ayrıntılar olabilir. Örneğin Amerika'daki öğrencilik dönemim veya akademik hayatın ayak oyunları, çirkinlikleri, zorlukları... Sadece İhsan Doğramacı ile ilgili bölümleri yazdım; çünkü kamuoyunu daha çok ilgilendiren yanlardı.

GB: Toplumsallaşma sürecinde 'kadın bakışı'nın önemini vurguluyorsunuz.

EK: Çok inanıyorum. Ben ciddi bir feministim; yani duygusal değil düşünsel anlamda da bir feministim. Bunu, duygularımla vardığım bir nokta değil; düşünerek eriştiğim bir nokta olarak görüyorum; kadınlara olan saygıyı, onların toplumsal önderliğini kabul etmeyi.

GB: Bugün peki, medeniyetçe daha ileri toplumlara nazaran bizde nasıl bir çizgidedir bu bakış?

EK: Çok açık: Biz hala feodal yapıdan kurtulamamış bir toplumuz. Feodal yapı da biliyorsunuz tek tanrılı dinlerin de etkisiyle kadını ikinci sınıf gören bir yapıdır; hem toplumsal yaşamları öyledir hem yaşamın bütün diğer alanlarında yani ekonomik, kültürel, siyasal yaşamda. Üstelik Türkiye'de beni çok rahatsız eden bir şey; kadının ikinci sınıflığının simgesi olan türbanın, modernlik postmodernlik etiketiyle topluma sunulması. Yani Türkiye hem erkek egemen, yaşlı egemen değerlerden kurtulamamış; hem de yine erkeklerin ve yaşlıların baskısıyla kadınlarını örtüp; bir de bunu modernlik adına savunuyor. Ben bunu büyük bir ikiyüzlülük olarak görüyorum. Türban savunulabilir, din adına, gelenek adına, kadının örtünmesi adına, erkek egemenliği adına; ama modernlik ya da postmodernlik adına savunulması ancak Türkiye'de oluyor ne yazık ki. Batı ülkelerinde de savunuluyor fakat din adına savunuluyor.

GB: Kitapta da "Annem ramazan ayı dışında namaz kılmaz, başını tabii örtmez (o zaman dindarlar için başını örtme ya da türban takma modası yoktu)..." diyorsunuz. Müslüman kadınların başlarını örtmelerini bir moda akımı olarak mı görüyorsunuz?

EK: Kesinlikle. Tabi siyasal İslam'ın, radikal İslam'ın bütün dünyadaki kampanyasının sonucu. Peki nasıl gelişti diye bakıyoruz; imam-hatip okullarıyla gelişti. Kızlarımızı oraya yolladık, devlet eliyle başlarını örttük. Tabii bir gerçek daha var -üstünde durulmayan: kapalı kızlarımızın çok büyük bir bölümü ya babalarının ya kocalarının etkisiyle kapanıyorlar. Özgür iradeyle kapananlar da var. Ama toplumsal olarak baktığımızda bunun erkek egemen bir baskı olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Bu, din adına ortaya atılınca ve din siyasette kullanılmaya başlanılınca hele hele dini simgeleri kullanan partiler iktidar adayı olup hatta iktidara oturunca bu bir toplumsal moda halini aldı.

GB: Anne ve babanız, evde siyaset konuşmayacak kadar mesleklerine ve size saygılı. Aile içinde siyasi tartışmaların, çocukların düşüncelerini şekillendirmelerinde nasıl bir rolü var sizce?

EK: Sanıyorum ki anne-babanın tavırları ve aile içindeki konuşmalar çocuğu -model olarak- etkiliyor, doğruları yanlışları belirlemede. Bizim ailede parti düzeyinde siyaset, pek konuşulmazdı. Kaba siyasetin, günlük siyasetin dışında, özgür düşünce her şeyi sorgulama, doğruları bulmak konuşulurdu. Bizim evde nutuk atmak yerine, ansiklopedilere bakılırdı. Tartışmalar, bu yolla çözülürdü. Siyasi, ideolojik, dini ya da anti-dini bir baskı ya da hava olmadı hiç; tam tersine bir özgürlük havası vardı. Annemin dindarlığı ile babamın dindar olmayışı arasında biz hiç çabalamadık. Çünkü bir seçim yapma zorunluluğu getirmedi bu durum ailemize.

GB: Aksine bütün çocuklar çok çeşitli önyargılarla büyüyorlar.

EK: Bizim ailede de önyargılara karşı bir önyargı vardı.

GB: Kitapta başka yazarların eserlerinden de söz ediyorsunuz; örneğin Hıfzı Topuz, Aydın Boysan, Atilla Dorsay gibi dostlarınızın eserlerinden. Buradan bir eğitimci olarak okur için küçük bir bibliyografya oluşturmaya çalıştığınız yargısına varabilir miyiz?

EK: Doğrusu bu soruyu siz sorana kadar hiç böyle düşünmemiştim. Yani bu kitabı, Türkiye'nin toplumsal olaylarına atıf yapan veya o olayları açıklayan başka kitapları da tanıtan veya kullanan bir kitap olarak düşünmemiştim. Şimdi siz sorunca farkettim, evet, öyle bir özelliği de olmuş oluyor. Okur, Türkiye'nin tarihini başka kaynaklardan da irdelemek şansına sahip olabiliyor. O kitapları, doğru, kullanıyorum.

Ama bunun çok başka iki nedeni daha var. Birinci neden; ben başkalarıyla birlikte varolduğuma inanan bir insanım. Benim arkadaşlarımın başarısı, güzel yazılmış kitaplar çok hoşuma gidiyor. Onları öne çıkarmak, onları övmek benim için çok büyük bir zevk oluyor. İkinci nedeni, anılarımı yazarken bazı yerlerde kendi belleğime güvenemediğim için o olayları yaşamış olan insanların, uzman olan insanların anılarına gittim. Aynı olayı yaşamış iki insan, iki farklı şekilde anlatıyor. Anı yazarken, farklı yerlerde olmanın, farklı yerlerden bakmanın nasıl değişik sonuçlar getirdiğini anlatmaya çalıştım. Bu kitap çok dürüst bir kitap. Bir hesaplaşma kitabı değil, insanlarla bir hesaplaşmam yok. Olsa olsa yaşamla, terörle, çokça kendimle -ki kitapta sıklıkla kendimi eleştirmişimdir- bir hesaplaşma olabilir.

GB: Nurullah Ataç'ın nesneli öznel olanla zenginleştirmesiyle, Türk eleştiri geleneğine katkıda bulunduğunu savunuyorsunuz. Eleştiride öznellik, eleştiriyi kendi kavramsal kimliğinden yoksun kılmaz mı?

EK: Bence Nurullah Ataç o zenginliği getirdi. Klasik eleştiri ölçülerinin dışında, Nurullah Ataç "ben bunu sevdim", "ben bunu sevmedim" cümlelerini kullanırdı. Bu öznellik, bir yenilikti. Nasıl oluyor bu yenilik, insan Nurullah Ataç olunca; yani iki kültürü (Batı ve Türk) çok iyi bilince ve çok okuyup çok çalışınca bir mihenk taşı oluyor.


  Bu siteden yapılacak alıntılarda kaynak gösterilmesi ahlak kurallarına uygun olacaktır.

Emre Kongar ile iletişim icin e-posta, site yöneticisi ile iletişim için e-posta

Son güncelleme tarihi 22 Nisan 2024

Valid HTML 4.01 Transitional