Emre Kongar'ın Resmi* İnternet Sitesi


Kitaplar

Green Bullet Makaleler

Green Bullet Articles in English

Sürekli Yazılar


 

EMRE KONGAR'LA "BEN MÜSTEŞARKEN" ÜZERİNE KONUŞMA Feridun Andaç

 

*SHP'nin iktidar günleriyle gelen, kabul etseniz de etmeseniz de, bilimadamı kimliğinize eklemlenen "politikacı"/"bürokrat" kimliğinizin tanıklığını içeren, ironik bir söylemle yazdığınız Ben Müsteşarken adlı anılarınızdan söze etmeden önce; okurumuza biraz bellek "tazeletelim", ne dersiniz? Kısa anımsatmalar, yani tarihler benden, açıklamalar sizden: 13 Ekim l941-l959, 1959-1963, l964-1966, l968-15 Şubat l983,l983-1987, l987-1991,1991-l995.

*13 Ekim l941'de İstanbul'da doğdum. 1959'da Şişli Terakki Lisesi Fen Kolu'ndan "pekiyi" derece ile mezun oldum.

"Fen kolu"nu ve "pekiyi" dereceyi önemsiyorum. Çünkü matematik ve fen bilgimle, doğal bilimlere ilişkin birikimimi sürekli geliştirdim ve bunlardan yaşamım süresince çok yararlandım. Hala da yararlanıyorum.

Bu özelliklerimi önemseyen en az bir kişiye daha rasladığımı belirtmeliyim: 1991 yılında politikaya girmeye karar verdiğimde, SHP'ye katılırken Parti'nin o zamanki Genel Başkanı Prof. Erdal İnönü, yaşam öykümü okuduğunda, belki de Fizik Profesörü olmasının etkisiyle, "Demek Fen kolundan pekiyi ile mezunsunuz, çok sevindim" demişti.

1959-1963 yılları Siyasal Bilgiler Fakültesi'ndeki eğitim dönemimi kapsar. Burada da "Maliye ve İktisat" Şubesinden mezun oldum.

Bu eğitimi de çok önemsiyorum. Çünkü iyi bir toplumbilimci olmak için, mutlaka iyi iktisat bilinmesi gerektiğine inanıyorum. İktisat'ı, Sadun Aren, Besim Üstünel, Aydın Yalçın, Cahit Talas, Nejat Bengül gibi çok iyi hocalardan okudum. Bununla da iftihar ediyorum.

1964-1966 yıllarında Birleşmiş Milletler bursu ile Michigan Üniversitesi'nde Master yaptım. Orada uygulamalı sosyal bilim okuduğum için, bir yandan psikopatoloji gibi konularda derinleşmek, öte yandan Amerikan toplumunu çok iyi tanımak fırsatını elde ettim.

1968'de Hacettepe Üniversitesi'nde Sosyal Çalışma Yüksek Okulu'nu kurdum ve Müdürü oldum. Hiç unutmam, o sırada, değerli araştırmacı, sevgili dostum Mete Tunçay, "Daha çok gençsin, bu yaşta idareciliğe başlıyorsun, bilimsel çalışman geride kalabilir" diye, beni uyarmıştı. Bu uyarıyı hiç, ama hiç aklımdan çıkarmadım ve ne iş yaparsam yapayım, (müsteşarlık dönemi hariç) mutlaka, "bilimsel üretime" ilişkin çalışmalarımı hergün sürdürdüm.

Üniversitedeki yöneticiliğim beni, bilimsel çalışmalarla birlikte, insan ilişkilerinde ve idarecilikte de olgunlaştırdı diyebilirim.

15 Şubat 1983, benim için kara bir gün:Üniversite'den ayrıldığım tarih. Hiç abartmasız, o günden bu güne "hayatım kaydı" diyebilirim.

1983-87 yıllarını Hürriyet'te, danışman olarak, 1987-91 yıllarını, KAMAR, Kamuoyu Araştırma Anonim Şirketi'nin başında geçirdim. Buralarda oldukça başarı kazandım ve büyük deneyimler edindim ama hiçbir zaman mutlu değildim.

1991-95 yılları ise politikaya girişimi, müsteşar oluşumu, daha sonra da müşteşarlıktan ve politikadan ayrılışımı simgeler.

*Şimdi, sizin deyiminizle, bu "kayıp yıllar"dan başlayabiliriz. Bu göreve atandığınız günleri anımsıyorum. İlk usuma gelen şu olmuştu: Bakan olarak Talat Sait Halman, Ahmet Taner Kışlalı; müsteşar olarak Bozkurt Güvenç'ten sonra bu göreve denk düşen biri. O günlerde Kültür Üzerine (1982), Demokrasi ve Kültür (1983), Yaşamın Anlamı, 12 Eylül Kültürü (1987) kitaplarınızı gözden geçirmiştim. "İş"in kuramcısı işbaşı yapmıştı, sıra eyleme geliyordu. Sizse, bu görevi şöyle aldığınızı imliyorsunuz: "Bu görevi çok ciddiye aldım ama, kendime çizdiğim yaşama biçimi olan 'bilimadamlığı' açısından hiç önemsemedim." Bu açıdan önemsenmeyecek yanı neydi sizce?

*Müsteşarlık görevim sırasında, bu görevle ilgili olmayan "okuma-yazma" anlamında, müsteşarlıktan bağımsız bir "bilimsel etkinlik" yapma olanağımın olmadığını vurgulayan bir ifadedir o söylediğim.

Bir başka deyişle, yaşamımın anlamını "bilimsel etkinlikte" aradığım ve müsteşarlık görevi böyle bir etkinlik olmadığı için bürokraside geçen yıllarımı, "kayıp" sayıyorum. Tabii, bu kitap hariç.

*Evet, bu "kayıp yılların" izlerine dönelim. Bürokrasiye geçmeden önce şu "politikacılık" serüveninden başlayalım. Bu ani kararınızın ivmesi neydi?

*Politikaya, daha doğrusu, Partiye girmemin, bir genel bir de özel nedeni var.

Önce hemen belirteyim: Ben zaten l970'li yıllardan beri sıcak politikanın içindeydim. Örneğin, 1977 seçimlerine, Bülent Ecevit'in kurduğu "Göreme Sokak" diye bilinen özel büroda hazırlandık. O dönemde CHP'nin yeni programını yazan grubun içindeydim. Işın Çelebi bize yardım eden genç uzmanlardan biriydi. Bu nedenle 1991 olayını "politikaya girmek" değil, "SHP'ye girmek" diye değerlendirmek.daha doğru olur.

Evet, niye SHP'ye girdim?

Bu sorunun genel anlamdaki yanıtı "Üniversitedeki kürsümü yitirmiş olduğum için" diye verilebilir.

Özel yanıt, yani niçin "o tarihte" ve "niçin SHP" sorularının yanıtı ise, dostum Yıldırım Aktuna'nın SHP'nin başarılı Bakırköy Belediye Başkanı kimliği ile DYP'ye geçmesine duyduğum tepki ve bütün partilerin, özellikle DYP'nin "büyük transferlerle vitrin düzenlediği" bir dönemde SHP'nin boynu bükük kalmış olmasıydı.

*Sonra müsteşarlık yolu açıldı diyebilir miyiz?

*Evet. Seçimlerde SHP beni İstanbul yedinci bölgeden kontenjan adayı göstermişti. Parti bu bölgede, bırakınız birinci gelmeyi, barajı bile aşamadı ve hiç milletvekili çıkaramadı.

Sonradan, SHP-DYP ortak hükümeti kurulunca, bana da Kültür Bakanlığı Müsteşarlığı önerildi. Seçimlerde partiye girip aday olmasaydım, bu görev yine önerilir miydi, bilmiyorum. Ama bildiğim birşey var, benim, kafamda ve gönlümde siyaset yatıyordu, adı ve makamı ne olursa olsun, bürokrasi değil.

*Daha ilkten de; "Bu noktaya nasıl geldim?" diyerek yadırgarsınız. Evet, bu görevi, nasıl/niçin/ne yapmak adına kabul etmiştiniz?

*Bu görevi, politikadaki "referans grubumun" yani bana güvenen insanların ve tabii en başta o dönemdeki Genel Başkan Erdal İnönü'nün beklentilerini boşa çıkarmamak, onların gözünde "güvenilirliğimi" yitirmemek uğruna kabul ettim.

Ayrıca, itiraf etmeliyim ki, "başıma gelecekleri" tam görememiştim. Üstelik de güya, politikadaki "ahlak" ve "seviye" sorununu çok iyi biliyordum.

Ama bu görevde başarılı olacağıma emindim. Nitekim oldum da.

Tabii, bu başarı, kitaba tam yansımıyor. Çünkü kitabı yazmaktaki amacım, Bakanlığın yaptığı işlerin bir dökümünü vermek, ve böylece övünmek değil. Tam tersine, başta kendim olmak kaydıyla, sistemi eleştirmek.

Ayrıca çok önemli bir nokta, bu başarının beni doyurmamış olması: Çünkü ben "bilim yapmaya" koşullanmış bir insandım. Kültür Bakanlığı Müsteşarlığında çok başarılı olmak, bana birşeyler katan bir olgu değil, ancak "olağan"ın gerçekleşmesi.

Yine de 1991-1995 dönemi koalisyon hükümetlerinde, bence, "en başarılı" bakanlığın müsteşarlığını yapmış olmak, bu başarıya zaman zaman önerlik etmek, en azından, tanık olmak, çok kötü bir duygu değil.

Burada ince bir başka nokta daha var: Ben yıllarca, genel olarak kültür ve özel olarak devletin kültür politikası üzerine yazılar yazmış, önerilerde bulunmuş, oldukça "iddialı" bir bilimadamıydım. Şimdi, "gel bu konuda yazdıklarını hayata geçir" denilince, doğrusu, görev kabul etmemek, açıktan açığa, "kaçmak" olurdu. Bu görevi kabul etmeseydim, artık kültür konularında yazı yazmak ve düşünce üretmek hakkımı, en azından kendi gözümde, pek koruyamazdım.

*Yeni bir kültür politikası oluşturmak yerine, Hükümet programındaki politikanın uygulayıcısı konumunda olmak...Burada bir çatışma mı oldu, yoksa bir dönüşme mi?

*Ne çatışma oldu, ne de dönüşme. Beni düş kırıklığına uğratan olay, ortamın "seviye" ve "ahlak" sorunlarıydı. Yoksa, "kültür politikası" açısından, sistemin mantığından ya da bir bakanın bazı kişisel yetersizliklerinden kaynaklanan ufak tefek güçlükler dışında, ciddi bir sorun yaşamadım.

Asıl sorun, kültür politikasının kalıcı ürünlerini verebileceğimiz, yasama faaliyetlerinin benim etkinlik alanımın tam içine girmemesiydi. Beni en çok üzen nokta da buydu: Her ne kadar, telif hakları yasasını ve kültür yatırımlarının vergiden bağışık olma yasasını Meclis'ten geçirebildiysek de, benim asıl hedeflediğim yasalar, kadük oldu. Örneğin, sinema yasasını komisyonlara kadar getirebildik, ama orada takıldı. Tiyatronun yeniden özerk bir biçimde yapılanmasını tasarı olarak ancak Başbakanlığa yollayabildik. Opera ve Bale ile orkestralar yasası da tasarı aşamasında kaldı.

Oysa, bunları da benim "üç ö" förmülü ile açıkladığım, "özgür, özerk ve özgün" üretim yapan kurumlar haline getirebilmeliydik.

İnşallah yanılıyorumdur ama, bu eksikliğin bedeli, önümüzdeki yıllarda çok ağır olarak ödenebilir.

İşte benim, "politika oluşturuculuğu" dediğim işlev, yasama işlevi. Bu ise ancak politikacıların işi. Bir müsteşar ne kadar etkili ve yetkili olursa olsun, Meclis faaliyetleri açısından yetersiz kalıyor. Yakındığım en önemli noktalardan biri budur.

*Siz bir kuramcısınız. Eylem alanına girince, ilk görünüm, ilk izlenimleriniz nelerdi?

*Tek kelimeyle yetersizlik. Kitapta eğlenceli bir biçimde anlattığım, yaşarken ise kan ağladığım, her konudaki yetersizlik. Eleman yok. Eleman bulsanız, atayabileceğiniz kadro yok. Kadro bulsanız, atama izni yok. Atama izni alsanız para yok: Önerilen ücrete kimse gelmiyor.

Birlikte çalıştığınız insanlar hem nicelik hem nitelik açısından yetersiz. Yani hem az kişi var, hem kaliteleri düşük.

Yasalar, yönetmelikler yetersiz. Bütçe yetersiz. Bakanlığın bütçesi, genel bütçenin yalnızca yüzde yarımı.

En önemlisi, bütün bu yetersizliklerin kaynağındaki güç, yani politikacılar yetersiz.

Özet olarak işe başlar başlamaz karşılaştığım tablo tam bir "karabasandı". Zaten görevden ayrılana kadar da bu karabasan, artarak sürdü.

Yalnız bu arada. tüm yetersizliklere karşın, canla başla, büyük bir özveri ile çalışan bazı bürokratları tanıma fırsatı bulduğumu belirtmeliyim. Bir kaç tanesinin öyküsünü kitapta anlattığım bu insanlar, çökmekte olan bir devleti kahramanca sırtında taşıyan insanlardır. Onları saygıyla anıyorum.

Ayrıca, sanatçıları da unutmamak gerek. Görev dönemim boyunca çok yetenekli sanatçı-yöneticilerle çalıştım. Bunların da bir bölümünün şaşırtıcı olağanüstülüklerini kitabımda anlatıyorum.

*Bürokrasinin çarkında kendinizi nerede, nasıl hissettiniz?

*En belirgin duygu, "kapana kıstırılmışlıktı".

Yıllarca çalışarak didinerek oluşturduğunuz bir "özbenliğiniz" var: Kendi gözünüzde, dürüst, akıllı, çalışkan, becerikli, verimli, sorun çözen bir kişisiniz ve iş yapmak, hem de olağanüstü işler yapmak için oturduğunuz bir makamda, elinizin kolunuzun bağlı olduğunu farkediveriyorsunuz.

Kendime olan saygım, işi bırakıp gitmemi engelledi. Ama yine kendime duyduğum saygıdan dolayı "kapana kısılmışlığa" boyun eğemezdim.

Sanıyorum, ailemi ve her türlü kişisel yaşamımı ihmal ederek bütün benliğimi, dört yıl boyunca müsteşarlığa adamamın altında bu "kapana kıstırılmışlığa" isyan etme, ona teslim olmama, onu aşma çabası yatıyor.

Nitekim, bunu bir ölçüde aştım da. Bir sürü "küçük çaplı mucize" gerçekleştirdim.

Kendimi kimi zaman, bürokrasi çarkının dişlileri arasında öğütülen iyi niyetli bir "entel ("entel"i olumsuz anlamda kullanıyorum), kimi zaman da, örneğin Henry Glassienin kitabını elime aldığımda, bu muazzam çarkı tersine çevirmeyi ve inanılmazı başaran bir Herkül gibi gördüm.

*Sayısız olay, kişi, öyküler dile getiriyorsunuz. Bürokrasinin yüzünü gösteriyor bunlar bize. Yer yer Gogolvari, Çehovvari öykülerin tanıklığını yapıyorsunuz. Bir toplumbilimci olarak gözlemlediğinizde, tüm bunların kaynağı neydi? Çürüme, yozlaşma, değer yitimi, eğitimsizlik, insan öğesini önemsememenin sonucu muydu tüm bunlar?

*Kaynaktaki en önemli olumsuz öge, politikanın ve politikacının yozlaşmışlığı. Sizin sorunuzda sıraladığınız tüm sıfatları, günümüz Türkiyesi'ndeki politika ve politikacı için rahatlıkla kulanabiliriz. Hatta ben bu sıfatlara rahatlıkla ahlaksızlığı ve seviyesizliği de ekliyebilirim.

Şimdi denebilir ki, politikacı kötü de, bürokrasi ondan iyi mi? Ya da toplumun yozlaşan tek kesimi politika mı?

Ne bürokrat, politikacıdan daha iyi, ne de toplumun yozlaşan tek kesimi, sadece politika. Ama burada çok önemli bir durum var: Politikacı toplumsal yozlaşmayı, seviyesizliği ve ahlaksızlığı, hem siyasal partilere ve öteki siyasal kurumlara taşıyor, hem de bu toplumsal olumsuzlukları buralara yansıtırken, onların şiddetini ve hacmini arttırıyor.

Yani, politikacı çok güçlü ve çok belirleyici olduğu için, hem ahlaklılığa ve seviyeye doğru, düzeltme görevini yapmadığı için sorumlu, hem de toplumdan etkilenerek geliştirdiği ahlak ve seviye düşüklüğünü, öteki kurumlara ve özellikle bürokrasiye, üstelik, arttırarak, taşıdığı için suçlu.

Aslında konu, "tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan" sorusu gibi: Toplum çürüdüğü için mi politikacı yozlaşıyor, yoksa politikacının yozlaşması mı toplumsal çürümeye yol açıyor?

Bu konudaki çözüm önerilerimi kitapta kısaca belirttiğim için, burada daha fazla üzerinde durmayacağım. Ama bu kısır döngüyü çözmenin en kısa, en etkin ve en kolay yolunun da resmi eğitimin yeniden düzenlenmesi olduğunu vurgulamalıyım.

*Gelelim şu "kıssadan hisselere". Kuşkusuz, "bakın ben dört yıllık müsteşarlığımda neler yaşadım"ı anlatmak değildi asıl ereğiniz. Olayların/tanıklıkların/insanların anlatımının yanı sıra gözlemleriniz, yorumlarınız, hatta önemli saptamalarınız/değerlendirmeleriniz/ çözümlemeleriniz var. Tüm bunları harmanladığımızda; Emre Kongar, bu anılarında (dolayısıyla şu ‘kıssadan hisse’lerinde) neyi amaçladı?

*Amacım, tek kelime ile "paylaşmak" diye açıklanabilir.

Yaşadıklarımı, gözlemlerimi ve çözüm önerilerimi, toplumla paylaşmak istedim. Belki bir yerlerde bir kıvılcım oluşturabilirim umuduyla.

Toplumsal ve siyasal olaylarda mucize yoktur. Her toplumda her an devrimci değişme ve gelişmeler de yaşanmaz. Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk gibi kişiler de her zaman ortaya çıkmaz.

Kitabımda, farklı düzeylerde, bir çok öneri var: Bazı kişilere devlet madalyası verilmesi gibi ayrıntılardan, bankaların özelleştirilmesi gibi ekonomik önlemlere, seçim sisteminin ve siyasal partilerin örgütlenme biçiminin değiştirilmesinden, Meclis'in çalışma düzeninin yenilenmesi gibi siyasal çözümlere dek, pek çok konuya değiniyorum.

*"Nitekim, benim anılarım da, bürokrasinin ve siyasal mekanizmaların eleştirisini yapmaya yönelik." diyorsunuz. Ama siz bir uygulayıcıydınız burada. Aydınımızın genel tavrı; içine giremediğimiz ya da beceremediğimiz, yapmadığımız şeyleri eleştirmek. Sizse, bir mekanizmanın başında yer alarak yine de eleştiriyorsunuz. Kültür Bakanlığı Müsteşarı olarak, neleri değiştirdiniz, neleri değiştiremediniz?

*Yapısal değişiklik esas olarak yasalarla olur. Benim dönemimde, Bakanlığın en az başarılı olduğu konu yasal değişikliklerdi. Biz ancak iki alanda yasa çıkarabildik. Birincisi, telif hakları, öteki de kültür yatırımlarına vergi bağışıklığı.

Yasalar dışında, yurt içi ve dışı pek çok yayını kültürümüze, geriye dönülemez biçimde armağan ettik.

Bir başka önemli kalıcı katkı, bini aşkın kütüphaneye, toplumumuzu araştıran inceleyen ve açıklayan kitapların alınarak, halkımızın hizmetine sunulması olmuştur.

Değiştiremediğim için gerçekten yüreğimin yandığı bir konu, sinema alanıdır. Ne yazık ki, yeni yasayı Meclis'ten çıkaramadık. Ayrıca tiyatro, opera-bale ve senfonileri de özerk ve demokratik yapıya kavuşturan yasaları çıkaramadık. Büyük bir fırsat kaçırdığımızı düşünüyorum ve içim yanıyor.

Ayrıca,bütçe içinde yüzde yarım olan payımızı arttıralım diye çok uğraştık Olmadı.

Başbakanlık ve Maliye herşeye egemen. Müze araştırmacılarının bir kadro sorunu vardı. Bütün uğraşmalarıma karşın, onu bile çözemedim.

*Yoksa bu çarka giren bunun bir parçası mı oluyor?

*Hiç kuşkusuz, genel anlamda "Devlet Çarkının" bir parçası oluyor insan: Bütçe, yasalar, ve en önemlisi başka bakanlıklarda yapılanlar, sizi isteseniz de istemeseniz de bağlıyor.

Öte yandan kendi bürokrasinize bir ölçüde egemen olabiliyorsunuz. Siz benim yakınmalarıma ve eleştirilerime aldanmayın, onlar sistemin geneline yönelik. Özel vaka olarak, onyedibin kişilik bakanlığı neredeyse, saatlerle ölçülebilen süreler içinde karar alabilen ve uygulamaya aktaran bir yapıya kavuşturabilmiştim.

Bakanlığın etkin çalışabilmesi için, gerek mali, gerekse idari pek çok yeni yol kullandım: Ödenek aktarmaları, yeni yorumlar ve benzeri önlemlerle, normal bir bürokrasi çarkı içinde başarılamayacak pek çok projeyi hayata geçirdik.

*Aydınların tutumunu da, somut örnekler vererek eleştiriyor; hatta yaşanılan "sendrom"ları anlatıyorsunuz. Bu, masanın öte yüzünde durmakla masa başında olmanın bir sonucu mu yoksa?

*Sanıyorum sorun, masanın neresinde durulduğundan çok, insanların toplumsal ve siyasal gerçeği algılayış biçimleriyle ilgili.

Örneğin, kitapta ayrıntılarını anlattığım bir biçimde, pasaport konusu, İçişleri Bakanlığı'nın işi iken, sırf size yardım etmek için bu işe soyunan ve uğraşan bir Kültür Müsteşarını suçluyorsanız, bu biraz "gülünç" oluyor.

Zaten benim kitabımdaki mizah ögesi, bu tür "durum komedilerinden" oluşuyor.

*"...orada bulunmamın 'olumlu bir iş yapmaktan' başka hiçbir gerekçesi yoktu benim için" diyorsunuz. (s.151). Bugün dönüp baktığınızda, ilk aşamada, kalıcı ya da olumlu diyebileceğiniz neler yapıldı?

*Yalnız yayınlar konusunda gerçekleştirdiklerimiz bile, benim açımdan da, birlikte çalıştığım tüm bürokratlar ve Bakanlar açısından da, torunlarımıza kadar yetecek bir onur ve övünme vesilesi olabilir.

Son ürünlerden bir örnek vereyim: Indiana Üniversitesi'nde, Prof. İlhan Başgöz'ün editörlüğünde oluşturmuş bulunduğumuz ortak diziden yeni bir kitap daha bugünlerde çıktı, Kemal Sılay tarafından hazırlanan An Anthology of Turkish Literature. 648 sayfalık, kapsam ve derinlik açısından inanılmaz bir çalışma. Üstelik Bakanlıkla ortak yayın olarak bir Amerikan Üniversitesi tarafından basılmış.

Aynı diziden daha önce bastırdığımız Prof. Henry Glassie'nin Turkish Traditional Art Today adlı kitabı, New York Times tarafından l994 yılının en iyi on kitabından biri seçilmişti.

Tarih Vakfı ile birlikte çıkardığımız İstanbul Ansiklopedisi, sekiz cilt halinde, kent ansiklopedisi türünün ilk örneği olarak, dünyanın incisi İstanbul'u taçlandıran bir yapıt.

Bugünlerde yayımlanmaya başlanacak olan Sendikacılık Ansiklopedisi de Türkiye'deki büyük bir boşluğu dolduracak.

Demokrasi ve insan hakları diye iki yeni dizi oluşturduk ve bu dizilerde çok güzel kitaplar bastık. Prof. Alpaslan Işıklı'nın hazırladığı Sendikacılık ve Demokrasi ile Turhan Selçuk'un İnsan Hakları Albümü,bu dizilerden çıkan seçkin ve değerli kitaplara sadece iki örnek.

Mersin Opera ve Balesi'nin kuruluşunu tamamladık ve faaliyete geçirdik. Samsun Opera ve Balesi'nin kadrolarını bile aldık. Faaliyete geçmesi yeni yönetimin kararına bağlı. Van'da da Opera kuruluşunu karara bağladık. Antalya'da değerli şef İnci Özdil'in yönetimindeki sinfonietta'yı kurduk, ilk konserini verdirdik. Bu orkestraya, değerli besteci Sıdıka Özdil'in de, Bakanlıkla olan sorunlarını çözerek, atamasını yaptık.

İstanbul'a biri Bayrampaşa'da, biri AKM'nin içinde iki yeni sahne kazandırdık, Küçük Sahneyi onararak yeniden hizmete açık. Yıllardır el değmemiş olan ve bu nedenle çökme durumuna gelen Atatürk Kültür Merkezini onardık ve sanat etkinliklerinin kesintisiz devamını sağladık.

Atatürk, İstiklal Savaşı ve Cumhuriyet konularında her biri sanat eseri niteliğinde, yepyeni belgeleri de kapsayan anıt kitaplar bastık.

Ayasofya'nın ikonlarını gün ışığına çıkardık ve albümleştirdik. Yine, Ayasofya'nın avlusundaki "Sultan Türbeleri"ni onardık ve yeniden ziyarete açtık. Böylece Ayasofya çerçevesinde Bizans ve Osmanlı kültürlerinin birlikte değerlendirilmesini sağlamaya çalıştık

Korumacılık konusunda, başta İstanbul'un tarihi yarımadasının sit alanı ilan edilmesi olmak kaydıyla, çok önemli ve kalıcı kararlar aldık.

Köy Enstitülerini ve Hasan Ali Yücel'i albümleştirdik, Yücel'in külliyatını yayınlama kararı aldık ve başladık.

Osmanlı döneminin önemli kitaplarını, "eski yazıdan yeni yazıya" adlı bir dizi çerçevesinde yeni Türkçe'ye çevirtmeye başladık. Sicill-i Osmani'nin iki cildi çıktı. Ayrıca Mesnevi'nin Konya'daki nüshasının tıpkı basımını yaptık. Halil İnalcık hoca'nın Osmanlılar üzerine yazdığı çok önemli bir kitabı yine yurt dışında bastırdık.

Aslında yaptığımız kalıcı işlerin sayılması, böyle bir konuşmanın sınırlarını çok zorlar. Zaten benim kitabı yazmaktaki amacım da bir envanter yapmak ve övünmek değil, sistemi eleştirmek ve bazı gerçekleri, bir kaç çözüm önerisi ile birlikte, eğlenceli bir biçimde okuyucunun dikkatine sunmak. Onun için, "hemen aklıma gelenler listesini" burada kesiyorum. Nasıl olsa tarih, adımızı anmasa bile, yaptığımız işler, gelecek kuşaklara kalacak.

*Doğrusu, bürokraside giderek bir çarkın dişlisi durumuna düşmek nasıl bir şeydi? Siz bir bürokrat , bir politikacı değildiniz.

*Çok eleştirdiğim siyaset ve bürokrasi çarkının "bir parçası haline gelmek" ya da en azından "böyle görünmek" çok rahatsız ediciydi. Bunu aşmak için olağan üstü bir çaba sarfettim. Bu konuda da en büyük yardımcım, geçmişte, Hacettepe'de Hürriyet'te ve KAMAR'da edindiğim deneyimlerdi.

Bu konudaki eğlenceli olayları kitapta bol bol anlatıyorum. Örneğin, hocalıktan gelen bir alışkanlıkla, ben, tekrar etmekten ve izlemekten bıkmam. Bu, beni müthiş "takipçi" bir müsteşar yapmıştı. Bu özelliğim bir süre sonra da olsa, çevrem tarafından anlaşılınca oldukça rahat ettim.

Tabii, beni en çok üzen, siyasetçilerin ziyaretleri ve istekleriydi. Bu konudaki eğlenceli olayları da kitapta aktardım ama, siz onları yaşarken, neler çektiğimi bir de bana sorun.

*Güzel bir benzetmeniz vardı: Değirmen taşı örneği. Peki, burada, kültür adamı kimliğinizin onayı olmadığı şeyler de yaşandı sanıyorum. O zamanki tavrınız neydi?

*Aslında "kültür adamı" kimliğim ile müsteşar olarak yaptığım işler, ilke bazında pek çatışma göstermedi. Asıl çatışma günlük program açısından belirgindi. Düzinelerce ziyaretçi, iş takipçisi, bir sürü idari iş. Hele hele, o korkunç "protokol yemekleri". Bunların çok büyük bir kısmının "kültür" ile uzak yakın ilişkisi yoktu. Sadece "müsteşar olmaktan dolayı yaşanması zorunlu sıkıntılardı.

Burada, "ikili" bir rolden söz edilebilir: Birinci rol genel olarak "müsteşarlık". İkinci rol de "kültür müsteşarlığı".

Ben, bu iki rolüm arasında çatışma olduğu zaman, "kültür müsteşarı" olduğumu hatırlatarak iş yapıyordum. Bunun en güzel örneklerinden birini, Necmettin Cevheri başkanlığındaki bir toplantıda yaşadıklarımı, kitapta uzun uzun anlatıyorum.

*"Sayınlar bürokrasisi" ağı devlet felsefesinin başat öğelerinden biri. Sanat ve kültürü, bunun güdümünden kurtarmak, özerklik kazandırmak düşüncesine ne diyorsunuz? Bu konunun müsteşarlığını yapmış biri olarak , onca hengame ile; devlet eliyle kültür sanat gelişebilir, bunun adına olumlu şeyler yapılabilir mi sizce?

*Benim yıllardan beri savunduğum bir ilke var devletin sanat ve kültür politikası açısından: "Destekle fakat karışma" diyorum. Hatta yıllar önce Milliyet Sanat Dergisi'ne bu başlıkla bir makale yazdığımı bile anımsıyorum.

Yönetim dönemim boyunca bunu, olanaklı olduğu ölçüde hayata geçirdik. Örneğin, sinema ve tiyatrolara yapılan yardımları, sektörden gelen temsilcilerin çoğunlukta olduğu kurullar aracılığı ile ve bakanlığın hiçbir baskısı olmadan gerçekleştirdik.

Tabii bu yeterli değil. Devlete doğrudan bağlı olan Tiyatro, Opera ve Bale ve Senfoni Orkestraları gibi kurumların da yeterince özerk olmaları gerekli. Ben bunun ilkesini de yıllardan beri "üç ö" formülü ile savunuyorum: Özerk, özgür ve özgün sanat kurumları. Bu konuda Devlet Tiyatroları yasasını Başbakanlığa yolladık. Ötekileri de hazırladık. Gerisi bizden sonraki yönetimlere kalıyor.

Bu konudaki en büyük engel, yine politikacılar. Bakanlığın başına gelen potitikacı, elindeki kudreti, sahip olduğu denetimi kaçırmak istemiyor ne yazık ki.

Türkiye'de, sanat ve kültürden bugün için devletin desteğini çekmek olanaklı değil. Tam tersine bu alanlara tahsis edilen fonları kat kat arttırmak, ayrıca özel teşebbüsü, büyük holdingleri, yani ülke milli gelirinden önemli ölçüde pay alanları da sanat ve kültür yatırımlarına yöneltmek gerekli.

*İnsan malzemesini daha yakından tanıma olanağınız oldu. Politikacıların profilini güzelce çiziyorsunuz. Toplumsal değişim sürecinin hızla yaşandığı, "12 Eylül" erozyonunun olabildiğince etkin olduğu bir dönemde böylesine önemli bir konumda yer almak, tanıklıkları yaşamak, sistemin içinde bulunmak, düşünce dünyanızda nasıl izler/etkiler bıraktı? Türkiye'nin Toplumsal Yapısı, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, gibi önemli kitapları yazan biri olarak, neleri duyumsayıp, neleri düşündünüz?

*Çirkinlikleri bilmek, konuların ve sorunların bilimini yapmak, bu çirkinliklerle yüz yüze karşılaşıldığı ya da bu sorunlar bire bir yaşandığı zaman insana asla yardımcı olmuyor. Hatta, yaşadığınızın, kişisel değil, yapısal nedenlerden kaynaklandığını bildiğiniz için moraliniz iyice bozuluyor.

Ben çok açık söylüyorum, müsteşarlık dönemimden sonra siyasal karamsarlığım çok, ama çok, arttı. Bu politikacı malzemesi ile Türkiye'nin atılım yapabileceğinden iyice umudumu kestim.

Tabii ülkeler batmaz. Türkiye de batmayacak.

Umut sivil toplum örgütlerinde ve halkta.

Ben tüm yaşamım boyunca iyimserliğimi korumuş bir insanım. Bu günlerde Türkiye'nin Toplumsal Yapısı'nı, "İmparatorluktan 21'inci Yüzyıla" başlığı ile yeniden yazıyorum. Bu kitapta da iyimserliğim ağır basacak. Çünkü işaret ettiğim sorunlara, çözümler de öneriyorum. Ama güncel olarak kötümserim. Hem de çok. Yaşananlar ortada: Yirmibirinci yüzyıla girerken, Türkiye, gırtlağına kadar, birbiriyle ilişkili olarak, cinayetlere ve yolsuzluklara batmış gözüküyor. Yine de uzun dönem için, Sosyal Demokrasi adına umudumu koruduğumu belirtmeliyim.

*Anılarınızda belirttiğiniz gibi, "okuyucuyu eğlendirirken düşündürme" gibi bir amacınız var. "Teşhis" bazen işe yaramayabiliyor, hatta hastayı öldürebiliyor da! Ne dersiniz?

*Anılarımda bu dengeyi korumaya çok dikkat ettim: Okuyucuyu sıkmamak kaydı ile son derece kısa ve öz olarak hem satır aralarında hem de kitabın sonunda bir-iki sayfada bazı öneriler geliştirdim.

Bir başka deyişle, teşhisi koymakla yetinmeyip, tedavi yollarını da çok kısaca işaret ettim. Kitabı okuyanlar bunu açıkca görecekler sanıyorum.

Tabii bu anılar, bir "bilimsel çözümleme" kitabı değil. Tekrar ediyorum, "eğlenceli" bir kitap. Kolay okunabilirliği ve eğlendiriciliği ön planda tuttum. Becerebildiğim ölçüde, rahat okunan ve eğlendiren bir metin oluşturmaya çalıştım.

*Kendinizi (çok dışında olmasanız da) bir anda medya savaşı içinde de buluyorsunuz. Adeta soluğunuzu kesiyorlar. Tanıdığım Emre Kongar hep serin kanlı , kibar; ama bazan da, "vakur", "hiddetli" olabiliyor. Anlattığınız bu anılarınızda sizi , bir Gogol kahramanı gibi hissettim doğrusu, Çileden çıkma çizgisinde bile, "mutedil"siniz. Sürekli bir ikilem. Yıpratıcı bir şey. Birçoğunu sıyrıklar bırakmadan da aşıyorsunuz. Burada, (özellikle insan ilişkilerinde) başarılı olduğunuzu düşünyorum. Bu süreçte, başarı hanesine başkaca ne yazabiliriz?

*Bırakınız "sıyrık bırakmadan aşmış olmayı", şu anda bile derin yaralarımı sarmakla meşgulüm.

Özellikle medyanın haksız ve daha da önemlisi, objektif gerçeklere aykırı saldırıları, sadece bana yapıldığı ve olumsuz olduğu için değil, gerçeklere uygun olmadığı için de tüm yaşam felsefemi zedeledi.

Şu anda bir insanın, "cebini doldurmak", kendisine ve ailesine yasa dışı olanaklar sağlamak gibi amaçları yoksa, müsteşarlık ve bakanlık gibi icrai bir görev istemesinin veya kabul etmesinin "delilik" olduğunu düşünüyorum.

İnsan ilişkilerinde "başarılı" olduğum konusundaki yargınıza gelince, "her şeyin bir bedeli vardır". Bu konuda benim ödediğim bedel, önce zamanım, sonra da ruh ve beden sağlığımdır. Ailemi, tüm ilişkilerimi, gardorba kaldırıp Ankara'ya geldiğim için, tüm zamanımı ve benliğimi müsteşarlık makamına tahsis etmiştim.

Ayrıca insanları sevdiğim ve saydığım için onları dinlemeye önem veriyordum. Sadece Bakan'a değil, kimi zaman Genel Müdürlerime bile ulaşamayanları ben dinlerdim, büyük bir sabır ve hoşgörü ile.

Yine de soğukkanlılığımı ve denetimimi yitirdiğim bir kaç olay yaşadım. Bunları kitapta anlatıyorum.

İnsanın başarısını, objektif olarak toplum ve tarih değerlendirir. Bu açıdan "başarı haneme" neler yazılabileceğini bilmiyorum. Bildiğim birşey var: İnanılmaz bir deneyim birikimi edindim ama ödediğim bedel çok büyük oldu; kalan ömrümün yaklaşık üçte biri!

*Peki, politikadaki başarısızlığın (başarının) anahtarını bile bile lades dediniz! Neden? Bu bir ütopyaydı belki, Türkiye gibi bir ülkede, ne dersiniz?

*Kendimi ne "ütopist" görüyorum ne "kahraman" ne de "aptal".

Sadece hocalığımdan gelen, topluma ve özellikle gençlere, "örnek oluşturma" alışkanlığı. Bir de her insanda olan beşeri zaaflardan biri: Beni seven ve bana güvenen referans grubumu düş kırıklığına uğratmamak çabası.

*Ben Müsteşarken'le bir dönemi kapadınız mı demeli, yoksa yeni bir döneme hazırlık mı?

*Ben kişisel yaşamım açısından "büyük konuşmayı" pek sevmem. Türkiye gibi bir ülkede, insan yarın, ne gibi olumlu ya da olumsuz sürprizlerle karşılacağını bilemez. Bu açıdan kendimi ne bir yeni döneme hazırladığımı düşünüyorum, ne de bir defteri kapadığımı öne sürebilirim.

Ama, bir nokta kesin: Türkiye'deki siyasetin bugünkü yapısı içinde bir kişinin, tek başına etkin olabilmesi olanaklı değil, ama bilimde tek başınıza üretim yapabiliyorsunuz.


  Bu siteden yapılacak alıntılarda kaynak gösterilmesi ahlak kurallarına uygun olacaktır.

Emre Kongar ile iletişim icin e-posta, site yöneticisi ile iletişim için e-posta

Son güncelleme tarihi 15 Nisan 2024

Valid HTML 4.01 Transitional