"Annem beni 'Kadir Gecesi' doğurmamış. Ama Ergenekon'dan özellikle
'Kadir Gecesi' tutuklanıp Metris Cezaevi'ne yollandım. Dolayısıyla cezaevindeki
ilk açık görüş 'Şeker Bayramı'na denk geldi.
Annem ile görüşme yaptığımız salonun ortasında göz göze geldik.
Dudaklarını ısırıyor. Ter içinde. Yüzüne al basmış. İlk sözler çok önemli.
Belli ki kahrolmuş. Yaşananlara üzülmüş. Ankara'dan hemen gelmiş.
Ne demeliyim?
Sustum. Öylece sustum işte. Elini öptüm. Sarıldım. Çıt çıkmıyor ikimizden de.
Elleriyle sağımı solumu yokladı. Oturduk; kızım Nazlıcan sarıldı gövdeme;
yapıştık adeta birbirimize. Annemin elini hissettim ayaklarımda. Eğilmiş
çoraplarımı aşağı indiriyordu. Ses etmedim. Bacaklarımı da kontrol etti,
pantolon paçalarımı yukarı sıyırıp dizlerime baktı. İşkence izi arıyor.
12 Eylül faşizminden kalma tedbir. Sonra boynuma baktı. Ellerimi ellerinin
arasına aldı; çevirdi, iyice inceledi. Ağzından ilk sözler çıktı. Beni
çocukluğuma götüren o dehşetli soruyu sordu:
- Yavrum, iki gözüm Tuncayım, canın acıyor mu?
Metris Cezaevi'nin açık görüş salonundan Ankara'nın o soğuk kış gününe
döndüm, çocukluğuma. Annem o zamanlar çok genç. Ben on yaşındayım. Kardeşlerimle
sobalı evimizdeyiz. Hava buz. Ankara o zamanlar daha bir çetin geçirirdi kışı.
Soğuk öyle oldu ki sobaya kömürün üzerine odun atmak ihtiyacı doğdu. Üşüyoruz.
'Kardeşlerine göz kulak ol ben odun getireyim' dedi. Kapıya çıktı, camdan
kömürlüğe yöneldiğini gördüm. Ardından bir çığlık! Tek bir çığlık! Biraz sonra
kapı açıldı, annem dudaklarını ısırıyordu. Ter içinde kalmıştı. Kıpkırmızı bir
yüzle odaya girdi. Mantosunu ve eşarbını aldı. Bana döndü zorlanarak 'Ben
birazdan geleceğim' dedi. Arkasından baktım, mantosunun cebine soktuğu elini
göremiyordum ama cep kandan kıpkırmızı olmuştu. Hatta yere kan damlıyordu.
Peşinden koştum. Çabukça çıktı. Anneannem kapıdaydı. Ona bize gitmesini
söylüyordu. Camdan bağırdım:
- Anne canın acıyor mu?
Bana döndü, sağlam elini gösterdi, gülümseyerek:
- Canım hiç acımadı, dedi.
Sonra anladık; annem odunları ısınmamız için sobaya göre keserken, başparmağının
ucunu balta koparmıştı. O günlere gidip geldikten sonra; Metris Cezaevi'nde ıslak
gözlerle gözüme bakan yaşlı annemin sorusuna gülerek cevap verdim:
- Anne... Canım hiç acımadı!
Oysa canım öyle yanıyordu ki, acının ne demek olduğunu, insanın canlı canlı
konulduğu cezaevi mezarlığında öğrendim diyebilirim. çünkü sistem hukuk eliyle,
iktidarın arzusuna göre ruhumu kesiyordu. Atıldığım yer mezarlıktı.
İşte tam o en acılı zamanlarda yazmaya karar verdim; bu gerçek olamayacak
kadar gerçek, yalan olamayacak kadar yalan zamanları. Aklıma, gerçek yerine
hakikati anlatmak geldi. Görüneni değil, algılananı değil, gerçeğin hallerini
değil: Hakikati.
Roman yalanların ışığında gerçeği aramak değil miydi?
O zaman gerçek olamayacak kadar gerçek bir zaman diliminin alaca
aydınlığında acıdan ve hasretten bitap düşen insanın; gerçeği, basit gerçeği
aramasını hiç yalana başvurmadan anlatamaz mıydım? Bilimkurgu gibi olabilirdi
mesela. Öyle bir kurgu ki gerçek! Gerçeğin öylesine bir hali ki algılamakta da
yaşamakta da zorlanılıyor. ama gerçek."
Edebi lezzetle yazılmış, belgesel nitelikte, trajik bir kitap...
Bir yaşamı, dönemi, bir davayı, bir kültürü anlatıyor...