Ama yazının sonunda hepimizin aklını bambaşka dehşet bir soru tırmalamaya başlıyor.
"Bu yazıyı kaleme aldığım günün benim için bir başka anlamı oldu:
Tarih: 16 Haziran 2011.
Jandarmalar tarafından Beşiktaş'taki İstanbul Adliyesi'nde bir özel yetkili
savcının karşısına çıkarıldım.
4 ay önce yine buradaydım; Ergenekon terör örgütüne üye olma iddiasıyla
tutuklanmıştım.
Şimdi; tanığım.
Ankara'da, 26 Şubat 1994'te faili meçhul cinayete kurban giden
Avukat Yusuf Ekinci'yle ilgili açılan soruşturmada tanıklığıma başvuruldu.
1993-94 döneminde bir devlet politikası gereği öldürülen Kürtlerle ilgili
cinayetleri 'Behçet Cantürk'ün Anıları' adlı kitabımda yazmıştım.
Savcı sorularını yönelttikçe geçmiş günlere döndüm.
Kitabı korka korka yazmıştım. Henüz Susurluk'ta malum kaza olmamıştı. Susurluk
çetesi, arkasına devlet desteği alarak Kürt kıyımı gerçekleştiriyordu.
Medyada herkes her şeyi biliyor ama yazmıyordu.
Ben yazdım; birkaç iyi gazeteci daha yazdı.
Şimdi ise ben bir terör örgütüne üye olmak iddiasıyla Silivri Cezaevi'ndeyim.
Savcıya anlatmadım, size yazayım:
Biz Türkiye'nin zorlu bir sürecinde gazetecilik yaptık ve bedel ödedik, ödüyoruz.
Bunun bir tek nedeni var; habercilikte ısrar etmektir, hakikate aşkla bağlı kalmaktır.
Kişisel gazetecilik tarihime bakıyorum da; hep zorlu yükleri omuzlamışım.
1993'te Binbaşı Ahmet Cem Ersever faili meçhul cinayete kurban gitti. Onun
da katili/katilleri hala bilinmiyor.
Niye öldürüldü?
Çünkü bana konuşuyordu, bana anlatıyordu ve ben de Güneydoğu'daki faili meçhul
cinayetleri kimlerin, nasıl işlediğini yazıyordum.
Yeşil kimdir, JİTEM nedir, ilk kez ben yazdım.
Ersever susturuldu.
Sıra bendeydi.
Benim de susmam için, Ersever'in nüfus cüzdanını bana gönderdiler,
ölümle tehdit ettiler. Kaçtım. Saklandığım dört duvar arasında 'Binbaşı
Ersever'in İtirafları' kitabını yazdım.
Yıllar içinde neler yazmadım ki; 'Reis, Gladio'nun Türk Tetikçisi',
'Bay Pipo, Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram Abas' gibi...
Şimdi...
Silivri Cezaevi'nde terör örgütüne üye olma iddiasıyla tutukluyum.
Bu satırları yazdığım sırada iddianame hâlâ yok. İmtiyaz sahibi olduğum
Odatv'nin bilgisayarında çok sayıda 'belge' bulunmuş!
O sözde 'belgelerin' virüs yoluyla uzaktan gönderildiğini ve aynı anda
kendini imha ettiğini kanıtladık, dikkate alınmadı.
Bilgisayarla birlikte, kanunen bizde olması gereken harddisk kopyalarına
bile el koydular. 'Belgelerin' nasıl geldiğini bilirkişi araştırırken, ondaki
kopyayı da mahkeme kararıyla aldılar. Yani, uğradığımız komployu kanıtlamamız
istenmedi.
Çok zorlu bir dönemden geçiyoruz.
25 yıldır gazetecilik yapıyorum.
Dünden bugüne değişen bir şey yok hayatımda.
Tarih: 24 Temmuz 2011.
160 gündür tutukluyum.
Kuşkusuz, hükmü tarih verecektir."
Sevgili okurlarım, Soner Yalçın'ın oldukça serinkanlı bir üslupla kaleme aldığı
yazı aslında müthiş bir iddiayı içeriyor:
Polis ve mahkemeler "Derin Devleti" Silivri'de "Ergenekon" adı verilen
davalarla ararken, gerçek "Derin Devlet" acaba kendini gizlemek için üzerine gelen
herkesi susturuyor mu?